Tanrı çocuğu korusun…
Sanırım şu sıralar ülkece bunun için yalvarıyoruz.
Tanrı çocuğu korusun…
Peki kimden?
Sapıklardan? Suçlulardan? Tecavüzcülerden? İstismarcılardan?
Düşüncelerden? Ayrımcılıktan? Irkçılıktan? Yoksulluktan? Hastalıktan?
Çocuk olmak, şu zamanda dünyanın en zor şeylerinden biri olmalı...
Tanrı çocuğu korusun… İnsandan.
Haberleri biliyorsunuz. Biliyoruz, duyuyoruz… Tabii bir de bilmediklerimiz, duymadıklarımız...
Arananlar var. Kaybolmasa da bulunamayanlar var.
Haberimizin olmadığı o kadar çok çocuk var ki aslında.
Bastırılmış, susturulmuş, susmadığında öldürülmüş… Çığlık atmayı öğretin diyorlar ya hani, çığlık atamasın diye ağzını kapatanlar var. Çığlık atamadığından kulak zarı patlayan, çığlık atmanın hiçbir işe yaramadığını öğrenen var.
Tanrı çocuğu korusun…
Umut diyoruz ya hani. İnsan umut etmeden yaşayamaz diyoruz. Umudum tükendi dediğimizde bile içten içe yalan söylüyor başka bir şeylere tutunmaya çalışıyoruz ya hani… Hah işte o umut var ya, o umudun kaynağı çocuk. İçine çirkinlik, kötülük, pislik, ayrımcılık, ırkçılık, siyaset, nefret, öfke bulaşmamış bir insanlığın umudu o çocuk! İnsanlığa dair saf olan tek şey... o çocuk.
Ve o çocuk ölüyor. O köşede bucakta sakladığımız ufacık umut kırıntıları yok oluyor. Tükeniyor.
Tanrı çocuğu korusun…
İçim çok dolu. Öfkeliyim her şeye. Ama en çok da kendime. Unutmama öfkeliyim, bu kadar çabuk alışıyor olmaya öfkeliyim. Hiçbir şey yapamıyor oluşuma öfkeliyim. Ateşin sadece düştüğü yeri yakmasına izin verdiğim için öfkeliyim. Ve üzgünüm. Bu kadar çabuk alıştığım için, hiçbir şey yapamadığım için, ateş sadece düştüğü yeri yaktığı için…çok üzgünüm. Ve utanıyorum bütün bunlar için ve mahcubum bütün çocukların önünde…
Tanrı çocuğu korusun… Benden, bizden… Çaresizliğimizden…
…
Toni Morrison, çok gerçekçi bir yazar. Ama bu acı gerçekçiliğin arkasında sakladığı bir umudu olduğunu düşünüyorum ben, kitabına dayanarak.
Morrison, 1993 yılında Nobel Ödülü’nü almış ABD’li bir yazar. Hayatı, teninin renginden doğan ayrımcılıkla mücadele etmekle geçmiş. Edebiyatın bile beyaz ve siyah diye ayrıldığı bir dönem. Edebiyat yahu! Şuan yaşadığımız ülkede ayrımcılıktan, ayrılıktan kaçtığım tek sığınak! Ona bile sahip değilmiş.
Kitaba gelirsem… Teninin rengi siyah derecesinde kara bir çocuğa sahip, hafif siyahi bir anneyle başlıyor kitap. Çocuğu gören babanın evi terk edişi… Annenin kendince çocuğunu dış dünyadan korumak adına aşırı sert biçimde yetiştirişi… Öyle ki çocuk annesi ona dokunsun diye dayak yemeye bile razı.
Ardından Amerika’daki devasa hızlı değişim. Zenci hakları. Değişen toplum yapısı ve güzellik algısı…
Ve ardından dışlanan siyah kızın yükselişi, bir marka haline gelişi. Değişime uyum sağlayan bedeni ve değişimi kabullenemeyen psikolojisi… Travmalar, yıpranmışlıklar, acılar… Ardından bir yolculuk ve duraklarda karşımıza çıkan o çocuklar… Gizli kalmış, saklı kalmış, bir şekilde hayatın iğrençliğine batırılmış çocuklar… Hatalar…
Ama yine de umut… Ama yine de gerçekçilik.
Kitabın çok akıcı ve etkileyici bir dili var. Ben çok sevdim. Sade, yormayan ve net. Kitaba büyülü gerçekçilik kırıntıları serpiştirilmiş. Şahsen o kısımlar bana çok anlamlı geldi…
Kitaba fazlaca duygusal yaklaştığımın farkındayım nedeni malumunuz ve sanırım bu, kitabı bu kadar beğenmemdeki en büyük etken… Sorgulamaya ihtiyacımız var, düşünmeye, unutmamaya, farkındalığa ihtiyacımız var.
İnsanlığımıza ihtiyacımız var. Sözde önlemlere değil, köklü değişikliklere ihtiyacımız var; en başta içimizde. Anlayışımızın, bakış açımızın genişlemesine ihtiyacımız var…
Anlatmaya ihtiyacımız var, anlatabilmeye... Dinlemeye ihtiyacımız var, sesimizi duyurabilmeye... Ve okumaya...
İyi okumalar efendim…