Bir yazısında, şunu sormuştu Bilge Karasu: "Yazar, kurar. Bu herkesçe bilinir. Okurlar, ne yaptıklarını her zaman düşünmüşler midir?" Gerçekten ne yapıyoruz bir kitabı okurken?...
Herkesin hayatında sarhoşluk içinde, rüyadaymış gibi geçirilmiş anlar vardır: Ateşli bir hastalık, aşırı yorgunluk, büyük bir sevinç, aşk ya da düpedüz sarhoşluk. İnsanın pek kendinde olmadığı, dış dünyayla bağlarının seyreldiği anlar. Üzerinden zaman geçtikten sonra, o anla ilgili birçok şey silinir gider. O sırada olup bitenler, konuşulanlar, söylenenler unutulur. Ama gene de hatırlanan bir şeyler kalır: Birinin yüz ifadesi, bir eşyanın ayrıntısı, merkezinde bunların durduğu bir an, bir sahne. Belirsizliğin içinde birden çakan bir sahne, nerede görüldüğü çıkarılamayan bir nesnenin anlık görünüşü, kendine gelen kişi için yaşantının özeti oluverir birden. Bugünün duygusu; insanın geçmiş yaşantıyı sevinçle mi, utançla mı, sıkıntıyla mı, suçluluk duyarak mı hatırlayacağı bu sahneye bağlı değil midir?
Bu kadar yoğun bir biçimde olmasa da edebiyatın, en azından bazı edebi metinlerin okur üzerinde benzer bir etkisi olduğu söylenebilir. Bir kitabı okuduktan sonra, eğer tekrar ve tekrar ona geri dönmüyorsa insan, geçen zaman birçok şeyi alır götürür; okunan öykü unutulur, silikleşir, hatta önemsizleşir. Geriye bir şey kalır: Bir resim, bununla bütünleşmiş, artık bundan ayırt edilemeyen bir duygu. Kitabın okuyan üzerindeki etkisi de bu resimle kurduğu ilişkiye, bu resmin onda harekete geçirdiği yaşantıya, canlandırdığı izlere bağlı değil mi çoğu zaman?
Şunu söylemek istiyorum: Okur, okuduğu kitapla hiçbir zaman dolaysız bir ilişki kurmuyor aslında. Okuduğu kitaba kendini ne kadar verirse versin, orada anlatılan öyküye zihnini ne kadar açarsa açsın, onu o güne getiren, zihnine işlenmiş, ordan etrafa genişlemesini sağlayan sahneler var: Uzak bir geçmişten gelen, ilk kez ne zaman ortaya çıktığını hatırlamadığımız, bizim için taşıdıkları önemin çoğu zaman pek az farkında olduğumuz içsel manzaralar. Bölünmüş, parçalanmışlar gerçi; ama okuduklarımızla kurduğumuz ilişki kadar okuduklarımızla kurduğumuz ilişkiyi de düzenleyen manzaralar bunlar. Okuduklarımız, bize yalnızca bilgi, yalnızca tat vermekle kalmadığında, hatta o zaman bile, sarhoşluğu andıran bir kendinden geçmenin ardından, bilincin daha uzak bölgelerinde varlığını sürdüren bu imgeleri uyandırdığı ölüçüde etkiliyor bizi.
Bir aydınlanma ânı içeriyor demek ki okuma: Uzun zamandır onlarla birlikte yaşamamıza rağmen, farkında olmadığımız içsel sahneleri birden keşfettiğimiz ışıma anlarını. Tersinden de görülebilir aynı süreç: Öyle güçlüdür ki bu manzaralar, dışımızdaki dünyayla ilişkimizin o kadar merkezindedirler ki, biz fark etmeden okuduğumuz metne kendi damgalarını vurdukları olur. Çoğu okur, okuduğu kitapta kendini keşfettiğini söylerken bu deneyimi, kitapla kendisi arasındaki mesafenin hızla kapandığı bu ânı dile getirmez mi? Çoğumuzun, hayatının şu ya da bu ânında böyle kıskançça sahiplendiği, şükranla bağlandığı, kendi "kitabı" ilan ettiği metinler yok mu: Sınırlar erimiş, okuduğumuz kitapla aramızdaki mesafe kapanmıştır sanki.
...
Yer Değiştiren Gölge, Nurdan Gürbilek