Gönderi

Hırsla ıslanan taşa oturdu. Öfkeli, kocaman bir soluk boşalttı. Binbir zahmetle getirdiği su kabağı, yarılıvermişti, çıtladığı yerden yine. Tam da evin önünde! Elinde kalan kısmı hışımla eve çarptı "Gırıl! Gırılmalara doymayasıca. Gırılmadık, yıkılmadık ne kaldı ki zaten..." Kara bulut çökmüş gözlerini evin önünden geçen yola dikti, uzun uzun. İrkildi. Ağlama sesleri ardı ardına ulanıyordu. "Anaa..." Ellerini yanaklarına dayadı derinden bir ahhh, bırakıverdi havaya. Kanatlanıp uçtu sanki. Gözlerinden birer damla yaş süzüldü. Hâlâ diktiği yerdeler, alamadı ordan. Elinin tersiyle hoyratça sildi yüzündeki ıslaklığı. Eteğini topladı. Tahta kapıdan giriverdi. Arkasında küflü menteşeden ağır bir gıcırtı bırakarak. Bir yaşına henüz basan bebesinin ağzına tıktı memesini. Yok. Yine gelmiyordu sütü. Bir eliyle kirli yastığı aldı hâlâ  bağıran Zeynep'e fırlattı. "Sus gız geberesice!" "Boğazımda bir yumruksunuz ne öldürür ne iyleştirir..." diyerek tısladı. Daldı yine. Arada Zeynep'in içini çekemeye çekemeye gelen hıçkırıklarının arasına horoz sesleri karışıyordu, uzaktan. Dalgın yüzü birden köşeye takıldı. Çulun açıkta kalan yerine, toprağa bir şeyler çizen Fatma'yı gördü. "Galk gız, su getir dereden, ne oturuyon gukgumauk guşu gibi!" Fatma bir koşu kaplığın yanındaki son su kabağını kaptı. Uçar gibi atladı eşikten. Taştan damlayan suyu görünce aklının eşiğinden de atladı. " Bubam beni güneş gözünü açmadan göndermezdi hiç." dedi. Babası öleli bir sene olmuş, anasından duymuştu geçenlerde. "Güya bize davşan vuracaktı gendi vuruldu geldi, hıh." Apar topar getirmişlerdi, kaza kurşununa giden Halatçılar'ın Ahmet'i. Evin önündeki taşa yatırmışlardı. Kara haber tez gelmiş, köyün kadınlarının ağıtlarına eşlik eden diz dövmeleri arasında, taştan damlayan kan damlalarını görmüştü. Bir de kopmuş gelincik boynu gibi sallanan solmuş eli... "Sonra bubam gitti." dedi. Sonra birer birer davarları eksilmişti. Ne de çok severdi onları. Sürmeli'yi, Sarı Kız'ı, Ak kız'ı, Pambık'ı, Fındık'ı... Sonra birgün Karabaş'ı götürmüşlerdi. Sürüye sürüye. Mahsun mahsun bakmıştı Fatma'ya, bir inilti koyvermişti sonra... Sonra her sabah yemlediği bilibilileri vermişti anası birilerine. Bazen kalıp sabun  alırdı, bazen tuz, bazen buğday, bazen de sarı lira. Bir anda çöktü yere, açlık burmuştu karnını. İki eliyle sıktı iyice yok etmek istercesine. Kaç gündür pilav yiyorlardı. Bir, iki, üç,dört... sayamadı, bıraktı. " Pilaf da pilaf olsa yağı yok, tuzu yok. " dedi. " Şimdi şöyle güzelcene..." dedi ağzını şapırdattı. Sustu, yuttu sesini. Yorulmuştu hayalinde yemekten. Usulca kalktı. Yoluna devam etti. Taşlardan seke seke gidesi geldi, gülüverdi. "Hiiii, ya gabak kırılırsa!" dedi, dudağını ısırdı. Dudağında dünkü şekerden mi kalmıştı ne? İyice bir daha yaladı. Güneş gözünü kapamak üzereydi. Kara Şaban gelmiş, başında dikiliyordu. Zaten şu beş taş dediklerini hiç oynayamıyordu bir de bunun uğursuz, kara gölgesi düşmüştü üstüne. Kaşlarını çatarak bakmıştı çömeldiği yerden. "Anan nirde gııızzz? " demişti sarı dişlerini göstere göstere. O da "ıhı" demiş eliyle içeriyi gösterivermişti. Elini şalvarına atıp bembeyaz taş gibi bir şey tutuşturuvermiş " Al ye! " demişti. Pencereden kafasını uzatmıştı sonra. "Zorla ısırdım amma, beyaz taş dapdatlıydı. Eriyip bitmesin diye daştandı, anlamıştım ki." Gözlerini kapayıp. Ağzından ayaklarına kadar tadını duya duya emmişti. Dağlar, kayalar, evler şeker gibi görünmüştü gözüne. Bir ses çalınmıştı o ara kulağına " Düşündün mü gız Emine, bak iyi düşün sora pişman olmayasın ha."  Düşünmedi... "Ne iyi emmiydi şu Kara Şaban dedikleri, bir soruya bir şeker vermişti." dedi. Ağzının kenarı kızarmış, acımıştı yalamaktan. Açtı gözünü, içini çekti. Şorul şorul akmaktaydı dere. Doldurdu kabağını. Kadife fistanından su damlaya damlaya, titreye titreye eve geldi. Ev yıkılıyordu  sesten. Ne zaman biri başlasa öbürü de  başlardı zaten. "Anam gene dellenecek." dedi. Acele su kabağını ıslak taşa koydu, daldı içeri. Ocağın ısısını duydu ilk.  Bebek beşikte Zeynep onun yanında, etrafa bakmaya lüzum görmedi; tek göz evde anneleri yoktu. Yarısına kadar yanmış odunları ölçerdi. Bebeği kucakladı pış pışladı. Ocağın yanında, bakır bir tasta bulgur vardı. "Gene bulgur... olsun." dedi.  Sussun diye anasının fırlattığı yerden aldı yastığı, koydu Zeynep'in dizlerine...  " Al, salla, bu da senin beben." dedi. Yarım ağız güldü. Bekledi, bekledi, bekledi. Durup durup ağlayan Zeynep'in ağzına bulgurdan tıktı, tıkır tıkır arada kendi yedi. Uykuyla uyanıklık arasında halsiz yatıyordu. Ne Zeynep'i ne bebeği susturacak dermanı kalmış, arada gözünü aralıyordu sadece. "Güneş gözünü kapıyor muydu, yoksam açıyor muydu? Ama, ama daha yeni açmıştı ki." Sallana sallana kalktı. Gözüne sabah çizdiği, güneşle el ele tutuşmuş küçüklü büyüklü beş tane çöpten adam ilişti. Durmadı. Evin önüne çıktı, bağırdı kalan son gücüyle " Anaaa!!!" Her seferinde koca koca dağlar da ona eşlik etti. Hem de daha dertli... "Anaaa aaa aa a!!!" Yola baktı. Uzaklaşan soğumuş izleri görür gibi. Yüreğine basan ayak izini örtmek istercesine sol yanını tuttu. " Sonra ..." dedi, yuttu.
·
36 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.