Gönderi

Allah'ı Görmemeyi Nasıl Başarıyorsunuz? Küçük Nusreddin bulutlara bakan büyük hocaların yanına gitti. O da onlarla birlikte gökyüzüne bakmaya başladı. Küçük çocuğun varlığını fark eden yaşlı adam gülümsedikten sonra konuşmaya devam etti. "Senin dediğin gibi olamaz, bence Kemaleddin el- Farisi'nin açıklaması daha akla uygun." Diğer âlim, küçümser bir edayla karşı çıktı. "Işığı, gözlerin yaydığı bir nur olmaktan çıkarıp her nesneye bir ışınım izafe etmek kadar tuhaf bir açıklama bu da." "Ah hocam ah, sen daha neredesin? Işığın eşyadan mı, gözden mi çıktığını tartışacaksak optik bahislerine hiç girmeyelim daha iyi." Ağzı bir karış açık, iki âlimi dinleyen Nusreddin'e daha fazla kayıtsız kalamayan yaşlı âlim, onu kucağına alıp belli belirsiz seçilen gökkuşağını gösterdi. "Söyle bakalım sence bu nasıl oluşuyor?" "Allah yapıyor." "Eh, bak çocuk en doğrusunu söyledi. Evet, Allah yapıyor ama bunu nasıl yapıyor?" " 'Ol' diyor ve oluyor." "Eh o da tabi ama bir sebebe tevessül ediyor, bu sebebi öğrenmek ister misin?" "İsterim." "Güneş ışığı, gökyüzündeki damlalara girmesi ve çıkması sırasında iki defa kırılır ve iki kat yansımaya yol açar, birbirine oldukça yakın olan saydam ve küresel damlaların özel mahiyetleri ışığın böyle farklı renkler ortaya çıkarmasına sebep olur. Anladın mı? " "Anladım." Yaşlı adam gülümsedi. Arkadaşına 'Bak şu çocuk bile anladı' der gibi baktı. "Gerçekten mi anladın? Tekrar et bakalım o zaman." "Allah'ın ışığı, Allah'ın damlalarına giriyor, Allah'ın renklerini, Allah'ın kulları görüyor." "Hay yaşa sen e mi! Ne biçim çocuk bu yahu? Biraz büyük olsa, bizi zındıklıkla itham edecek." Diğeri Nusreddin'in yanaklarını sıkıp "Sana bunları kim öğretti?" diye sordu. Söze "Şey" diye başlamamak için kendisini zor tutan Nusreddin, "Siz büyük âlimlersiniz, ben size sorayım" dedi. İkiside gülümseyerek birbirlerine baktılar. "Haydi, sor bakalım." "Allah'ı görmemek için ne yapıyorsunuz? Yani ışığı, bulutları ve gökkuşağını Allah olmadan görmek için... Ne kadar zaman bu halde kalabiliyorsunuz?" İkisi de sustu. Adam, sanki elinde alevden bir top varmış gibi, Nusreddin'i acele ile yere indirip "Destur" dedi. "Sen Allah'ı mı görüyorsun? Hayır, hayır ama ne görüyorsun?" "Şey..." hem "şey" demeye, hem de terlemeye başladı. "Şey... O... Şey gibi, bilmiyorum, O mu? Ama bir an varaklara bakıyorum, hocanın ödevini yapmak için, sonra harfler karışıyor, mürekkep kağıdın üzerinde dağılıp toplanıyor ve bütün kağıtta onun adı yazıyor." Yaşlı âlim yere çöktü. Nusreddin'in minik ellerini okşamaya başladı. Bu sırada dikkatle gözlerinin içine bakıyordu. "Bulutlar Güneş'e çekiliyor, evet bulutlar çekiliyor. Böyle vuv, vuv, vuv diye" Eliyle bulutları işaret edip ayaklarının ucunda yükselerek, Güneş'e doğru nasıl çekildiklerini işaret ediyordu. Diğeri de dikkat kesilmiş bu tuhaf konuşmayı dinliyordu. "Ağaçlar köklerinden sökülüp birbirine çarpıyor, yani renkleri falan hepten uçuyor. Aslında bütün renkler bir renk oluyorlar. Ve sesler duyuyorum. Her şey bir şeyin içine toplanırken, o bütün olan şey 'Allah, Allah' diye çarpıyor. Kalp gibi evet ama daha şiddetli... Sonra dedemi görüyorum ve onun dedesini... Biz hep böyle peş peşe, oyun oynar gibi birbirimizin eteklerinden tutarak Güneş'e doğru uçuyoruz. Hani geceleyin fenerin ışığını sallarsın da, arkasında bir iz kalır ya. İşte öyle ışıktan bir iz oluyoruz. Ve hızla dönüp duruyoruz. Dedem 'Allah Allah' diyor ve ben neredeyim bilmiyorum, sanki kendimi dışarıdan seyrediyorum, sonra içeriden dışarıyı seyrediyorum. Ellerim, ayaklarım her şeyim ışık. Yok oldum sanıyorum ama her şey bende yok oluyor sanki. Ağaçlar bulutlar ve yıldızlar… Öyle yıldızlar ki, Güneş'ten bile büyük, hepsi içime düşüyor. Ve dedemle dedesi de yok oluyor. Her şey yok oluyor, sonra yok da yok oluyor. İşte o yokluğu anlatamam. Ve saatlerce bu halde kalıyorum, sabah olunca da ödevim yetişmiyor." Alnı, sırtı, her yeri ter içinde kalmıştı. Yaşlı adam çırpınmasını engellemek için onu güçlükle zapt etmiş, geçirdiği hali dehşetle izlemişti. Nefes nefese kalan Nusreddin, aksakallarının arasına minik parmaklarını sokup sordu. "Siz nasıl bunu dur durduruyorsunuz?" Yani şeylerin birleşmesini nasıl engelliyorsunuz?" Ürpertisi geçmemiş olan âlim, "Senin adın ne?" diye sordu. "Nusreddin." "Seni bu medreseye kim getirdi?" "Dayım." "O nerede?" "Şurada, sütunun arkasından bizi izliyor." Dediği yöne baktıklarında saklanmaya çalışan bir adam gördüler. Yaşlı âlim, tanımak ister gibi baktı. Fark edildiğini anlayan Hoca İbrahim ortaya çıktı. "İbrahim sen misin? Bu çocuğun dayısı mısın sen?" "Evet üstadım." "Sen onu yanlış yere getirmişsin evladım." Durdu, bir süre çocuğun siyah saçlarına şevkatle baktı. "Neredeydi bu çocuğun evi?" "Bağistan köyü, bizim köyümüz." "Ala, ala, oraya geri götür. Bizim ilmimiz buna lazım değil. Onun derdinden burada kimse anlamaz. Onun derdi büyük dert." Dayısı Nusreddin'in yüzüne baktı. "İstiyor musun, seni geri götüreyim mi?" "Beni hekime götür dayı. Biri saymaktan yoruldum." Sonra cübbesinin içinde yokluğu iyice biriktirdi de âlimlerin en büyüğünün medresesine doğru yola çıktı. Uluğ Bey'in dünyasını yıkmaya gidiyordu.
·
12 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.