İnka tapınaklarına bilim adamlarını götüren yerliler, ara sıra oturmaktadır ve bilim adamları da mecburen onlarla birlikte beklerler. Hedefe ulaşılıp sebep sorulunca, yerlilerin verdikleri cevap çok enteresandır:
“-Ruhlarımız geride kalmışlardı, onları bekledik.”
İnka tapınaklarına giden yerliler, ruhlarının geride kaldıklarını fark ederek ruhlarını bekliyorlar. Nasıl fark ettiler ruhlarının bedenlerinin uzağında kaldığını, bunun alâmetleri var mı idi? Biz neden fark edemiyoruz? Ya da en basiti şu soruyu soralım:
“-Bedenimizde rûhumuzun varlığını fark ediyor muyuz? Rûhumuz, bedenimizde güçlü mü, sağlıklı mı? Beden devletimizi kim yönetiyor?”
Bilim, insanoğlunu tarif ederken insanoğlunun biyolojik, psikolojik ve sosyal bir varlık olduğunu söyler. Yani insanın fizyolojik bir bedeni vardır ve yeme, içme, ısınma, giyinme gibi ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Psikolojik bir varlıktır. Çünkü onun bir iç dünyası vardır, rûhu vardır. Rûhunun da beslenmesi gerekir. Sosyal bir varlıktır, toplum içinde yaşar, dost-arkadaş edinir, evlenir, çoluk çocuk sahibi olur. Yapayalnız yaşayamaz. İnsanlara ihtiyacı vardır.
Bedenini, yani biyolojik tarafını beslemek, geliştirmek ve iyileştirmek için insanoğlu çok buluşlar yaptı. Estetiğinden, nefes alma tekniklerine, özel bir şekilde terkip edilmiş kendi kanını vücuduna şırınga etmekle hücrelerini yenilemeye, onarmaya, hâsılı epey şeyi başardı.
Kurduğu ya da girdiği arkadaş grupları ile sosyal olma ihtiyaçlarını sanal da olsa karşılıyor. İnsanlar gerek teknolojik, gerekse ekonomik bakımdan, imkânlar nisbetinde belki de en güzel dönemlerini yaşıyorlar. Bedenlerimiz, yani nefsimiz çok mutlu olmalı! Acaba öyle mi?
Garip bir şekilde, insanlık mutlu değil. Mutluluğu “sahip olmakla eş” kabul ettik, her şeyin sahibi olmak için çok çalışıyoruz. Bir şeye sahip olup anlık mutluluk duyarken, hemen yine mutsuzlaşıp, ondan daha güzel sahip olunacak şeyler olduğunu görüp bu kez onu hedef alıyoruz. Elimizdekini beğenmeyip, başkalarının elindekine gözümüzü dikip onlara sahip olmak istiyor, tekrar hüzünleniyoruz. Hep bir başkaları ile kıyas içindeyiz. Arabalar, evler, eşler, eğitim, mevki; bunun sonu da yok. Sahip olma arzusu artınca kibir, hırs haset de devreye girip bataklık oluşuveriyor; neye sahip olursak olalım, çıkamıyoruz içinden…
“Hevâsını (arzusunu) tanrı edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Furkan, 43) âyeti, nefsinin her dediğine boyun eğen bizlerin çıkmazını anlatıyor. Bedenine nefsini hükümdar edenlerin zavallılığını…
Depresif, endişeli; korkuları gün geçtikçe büyüyen, bir sürü bedeni süslü insanlar… Bunlar aç falan değil, savaşta evlâtlarını da kaybetmiş değiller. İnsanlık mutlu değil. Neden acaba? Rûhumuzu nerede bıraktık, şu an rûhundan haberi olan var mı? Varlığını ya da yokluğunu fark eden var mı? Mutsuzluğumuzun sebebi, modern zamanların en büyük derdinin cevabı bu sorunun içinde…
Cenâb-ı Hak, insanoğluna içinde korku olmayan, mutluluk deposu, mânevî neşe kaynağı, sevgi madeni, dostluk madeni, aşk ve hayranlık madeni, harika bir öz üfledi. Bu bizim rûhumuzdu. Mutlu olmamız için bedenimizi rûhumuzun yönetmesi gerekiyordu. Sultan ruh olmalı idi, nefis ise hizmetkâr… İşler yolunda gitmedi; nefis sultan oldu bedene, ruh çok örselendi. İbadetler dahî ruhsuz olunca işler daha beter sarpa sardı.
Tabiat harika… Güzel Türkiyenin en güzel yerlerine arınma, temizlenme otelleri kurmuşlar. Nefes teknikleri ile, az yiyerek, çok hareket ederek, tabiat yürüyüşleri, hayat sohbetleri; taşlar, kokularla arınma teknikleri ile mutluluğu aramaya çalışıyor insanoğlu… Milyonlarca para ödüyorlar, mutlu olmak için… Seyahatler düzenleniyor, seyahatte sıhhat vardır diye… Türkiye’yi beğenmeyen yurtdışına gidiyor; arınmak, huzur bulmak için… Birçok kitap var, arınmak adına… Kitapla başaramayanlar için beş yıldızlı otellerde şatafatlı seminerler veriliyor; beynini, zihnini temizleme teknikleri öğretiliyor. Yoga, meditasyon, ne ararsan var…
Stres; çağın vebası, kolerası… Doktor, hemen hastalığın teşhisini koyuyor; stres, hastalığınızın sebebi stres… Stresin tarifi, zaaflardan kaynaklanan güçsüzlükler topluluğu… Ne garip değil mi, nefsini ilâh edinen insanlığın, nefsinin zaafları ile yani “ilâhı” ile başı dertte…
Rûhumuz, en büyük mutluluk kaynağımız… Öyle programlanmış, sevince mutlu oluyor. En büyük sevgi kaynağı, Cenâb-ı Allah olduğu için rûhumuzun tek ilâcı var: Allâh’ı sevmek! O’nunla birlikte olunca mutlu oluyor, Allâh’ı tanıyınca, O’na yakınlaşınca mutlu oluyor insan…
Rûhun temel gâyesi, ayrıldığı Yaratan’a ulaşmaktır. O’nun sevgisine ulaşmak!. O sebeptendir ki, şeytanın bütün derdi, kendi mutsuz dünyasına insanı da ortak etmek için insanı Allah’tan uzaklaştırmaktır. Kur’ân dinlendiği zaman Allâh’a yaklaşıldığını anlayan müşrik Araplar, o sebepten kulaklarını tıkamışlardır. Mutluluk, Allâh’a yakınlıkla doğru orantılı… Allâh’ı çok sevmekle doğru orantılı…
“İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allâh’ı sever gibi seviyorlar. Oysa îman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azâbı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allâh’a ait olduğunu ve Allâh’ın azâbının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.” (el-Bakara, 165)
Örselenmeden, hakaret edilmeden güzelliklerle tanıştırılmaya ihtiyacı var rûhun; tabiat ile, hayvanlar, ağaçlar, çiçekler ile, su ile, deniz ile… Rûhun fonksiyonu; hayran olmak, şaşırmak, coşkun akan su gibi olmak… Rûhun bunları yaşaması için imkânlar sağlanmalı, engellemeler olmamalı ki, güven ve sevgi ile dolu olarak hayata başlayabilsin.
Çocukların, Allâh’ın onu çok sevdiğini, bütün bu nimetleri onun için verdiğini, kâinattaki her şeyi onun hizmetine seferber ettiğini, Allâh’ın kulunu aslâ yalnız bırakmadığını, her an onunla olduğunu bilmesi lâzım. Anne ve babalar, kolları sıvayıp çocuklarına Allâh’ı, Allâh’ın sevdiklerini sevdirmeleri gerekiyor. İhtiyacın hâricinde her şeyin israf olduğu, bununla kişinin mutlu olamayacağı anlatılıp, çocuklara nefis terbiyesi yapılması gerekiyor. Elindeki ile yetinmesinin, kendisini gerçekten mutlu edecek olan rûhunu yükseltme gayretine girmesinin öğretilmesi gerekiyor. Duâ etmesi, Allah ile sohbet etmesi, dertlerini Rabbine anlatması, O’nunla arasını hoş tutması, kulun dünyada en büyük ihtiyacının Allah ile birlikteliği, O’na yakınlığı, O’na güvenmesi, O’na dayanması olduğunun öğretilmesi gerekiyor.
Nefret, rûhun faaliyeti değildir, küslük de… Kıskançlık, haset; rûhun faaliyeti değildir. Karşılıksız paylaşmak, onu mutlu eder. Gözyaşlarını dindirince mutludur o!. Doğum gününde pasta yiyince mutlu olan ruh değil, nefistir. Kişi, rûhunu nelerin mutlu ettiğini öğrenince, bedeninde kimin sultan olduğunu hemen anlar.
Dünyevîleşmek, her şeye sahip olmak, rûhu mutlu etmez. Rûhun mutluluğu, kalıcı mutluluktur. Yaratılanı seven, ilk onların yaralarını görür, onları tedavi eder. Ruh bu işi iyi biliyor. Ağaçların dilinden anlar, rüzgâr ile dost olur, suyun sesini dinler, kâinatla konuşur ruh… Bunların hepsini başarabilir, yeter ki, nefis devreden çıksın. Bir yerde enâniyet, kavga, hırs, haset, kibir, gıybet, tembellik varsa, ruh orada zayıflar. Bu ise psikolojik rahatsızlık demek!. Yürümeyi, koşmayı, mânevî sohbetleri, dostluğu sever ruh… Vahşî ve süflî diskoları değil; âhenkli mûsikîyi, renkleri, sanatı sever. Toprağın bir parçası olan bedene âdeta topraklama yapar, iki parçayı bir araya getirmeyi sever.
-Fatma Hale Sağım
Deneme