Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

538 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Karlos Çorbacı’nın anlattıkları: “...bu özellikteki topraklarda batıda olduğu gibi özel mülkiyet yerleşip gelişemez. Zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde batı anlamında “feodalitenin” bulunmaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir feodal, böyle topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız kendi gücüyle sürdüremez! Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten batıda devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç haline geldiği halde, sizin devlet ana ödeviyle toplumu ihya edicidir. Yani, batıda devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır. Ama doğuda devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma – yok olma şartıdır. Siz farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu halde sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi talancılıkla suçlarken, batı kültürünüzle batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda, ilk çağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde, sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur. Bu açıdan bakınca, Melek Ahmet Paşa’nın ağası devlet işine giderken Bolu Paşasının atını çekip alırsa bu talan sayılmaz. Çünkü sizde her iş devlete yararlılığıyla değerlendirilir. Sizde devlet tehlikeye düştüğü zaman devletten sorumlu olanlar, bir dakika önce, en korkunç suçlamalarla geri ittikleri en akıl almaz sistemi kabullenmekte bir an duraklamazlar. Batıda bütün monarklar geriliği tuttukları halde, sizin padişahların apansız ilerici kesilmeleri bundandır. Buradaki ilericilik bilinçle imanla kazanılmış bir şey değildir, beyin ameliyatı gibi ister istemez katlanılan, bir çaresiz durumdur. Sizde padişahlar, baba, kardeş, evlat demeyip öldürmüşlerdir. Bir gecede on dokuz kardeşini, sonra da öz oğlunu öldüren üçüncü Mehmet’in para denilen bakır, gümüş, altın parçalarını bulduğu yerde almasına. Kaldı ki, ikinci padişah Sultan Orhan’dan bu yana, modern anlamıyla devletçidir de sizin devlet... Tersanelerini, baruthanelerini, dökümhanelerini, madenlerini işleten, tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, bayındırlık işlerini, yol şebekesini, postayı, kervansaraylar sistemini, okulları, üniversiteleri, merkezden idare edilen bütün imparatorluğa yaygın yargılama örgütlerini, loncaları, hatta dini bile devletleştirip devletçilikle yürüten, ana tüketim maddeleriyle besin maddelerini tekele alan, iç ticareti, dış ticareti aralıksız denetleyen, pazarda fiyatları belli bir çizgide tutan bir ekonomik sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenemez. Bütün bu işleri başarabilmek, kısacası toplumun var olabilmesini savunmak için sizin devletiniz, sırasında, despot da olmak zorundadır. Sizin devlet merkezcilikten, bürokratlıktan, hatta despotluktan vazgeçtim dese, siz bunalınca ayaklanır, bunları geri getirmesini ister, hatta bunun için onu zorlarsınız.” (sf.147-148) Bu uzun alıntı, Doktor Münir’in Irak’ta görev yaptığı sıralarda tanıdığı bir Alman arkeolog Doktor Karlos ya da “Karlos Çorbacı’nın” yaptığı değerlendirmenin büyük bir bölümünü içeriyor. Alıntıda, Doktor Münir’in, Osmanlının son dönemlerinde –gelmiş geçmiş düzeni eleştiren eleştirene olduğu bir dönemde– Osmanlı devlet düzenini talancılıkla suçlayacak bir tespitte bulunmasına, bu yönüyle özel mülkiyetlere değer veren batılı anlamda özgürlüklerle çelişmesini vurgulamasına karşı Doktor Karlos’un ağzından bir değerlendirme yapılıyor. Özelikle Doktor Münir’in Anadolu toprağının çok verimli olduğunu vurgulaması üzerine, Doktor Karlos toprakların özellikle son yüzyıldan itibaren tarım yapılabilir hale geldiğini ifade ederek toprak mülkiyetinin gelişmeme sebebini ortaya koyuyor. Önemli bir değerlendirme içermesinden cihetle bu uzun yazı buraya aktarılmıştır. Osmanlı Devleti gibi bir devletin sadece talancılıkla varlığını sürdürebilmesi kuşkusuz mantıklı değildir. Öte yandan toprak mülkiyetinin veya genel olarak özel mülkiyetin bu topraklarda gelişiminin gecikmesinin sebepleri cevabı kolay verilebilecek bir soru olmasa gerek... Kuşkusuz, sürekli övünülerek söylenegelmiş “...tarih boyunca devletsiz yaşamadık...” veya buna benzer naif tespitlerin, bu topraklarda insan topluluklarının varlıklarını sürdürebilmesi için devlet gibi bir yapıya ihtiyaç duymasından hatta devletsiz yaşamasının mümkün olmamasından kaynaklandığı ortadadır. Bu yönüyle bu alıntıda yer alan değerlendirmeyi, belki de ortaya çıkmış bir durumun açıklaması gibi ele almak daha doğru olabilir. Mesela bizde sosyo-ekonomik sınıfların batıdan oldukça farklı olmasının, yenilikçi ilerici hareketlerinin kaynağının merkezi yapı olmasının, batılı anlamda özgürlükçü hareketlerin, bireyselliği ön plana çıkaran, bireyin özgürlüğünden dem vuran ideolojilerin geniş halk kitlelerince destekçi bulamamasının açıklaması pekala özel mülkiyet kavramının yerleşmemiş olmasıyla yapılabilir. Bugünlerde Türkiye ekonomik sistemi hakkında Mahfi Eğilmez’in tabiriyle “ahbap-çavuş kapitalizmi” denmesi kuşkusuz, her şeyi devletten bekleyen, ümmetçi Anadolu zihniyeti kalıntılarını vurgulamak açısından yerindedir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra bile halkın çoğunluğunca bir demokrasi talebinin gelmemesi de cehaletin yanı sıra değer yargısı farklılığına işaret etmektedir. Temelinde bir kurgu olması gereken bu eserde Kemal Tahir’in belki de eleştirel yaklaştığı konulardan biri de İkinci Meşrutiyeti takip eden dönemde İttihat ve Terakki’nin halk kitleleriyle iletişim kuramadığı konusudur. Yukarıdaki alıntıyı takiben Halil Paşa’nın: “...Hürriyet naralarıyla gelip hemen despotluğa başlamamızın nedenini açıklamış olmuyor mu gavur?” (sf.148) şeklindeki tepkisi bu hususu vurgulaması açışından önemlidir. Hatta yazar kahramanları ağzından,  bu dönem Türkiye’si ve İttihat ve Terakki yönetiminin genel durum tespiti sayılabilecek şu kinayeli değerlendirmeyi yapmıştır: “...Yaşasın Manastır kahramanları... Yaşasın Ohri fedaileri... Yaşasın İzmir Tümeni arslanları... Yaşasın vatan... Yaşasın millet... Yaşasın cemiyet... Yaşasın ordu... Vatandaşlar; ya anayasa ya ölüm!... Sonra? Yemen, Haran, Arnavutluk isyanları... Sonra Trablus yenilgisi... Balkan rezilliği... Sonra Sarıkamış... Kanal... Çanakkale... Galiçya... Sonra Irak – Filistin Cepheleri... Sonra bozgun... Bozgun bile değil, batmak bu...” (sf.24) Yazarın eleştiri de bulunduğu en can alıcı noktanın ise Anadolu insanının mevcut şartlar içerisindeki tavrı olduğu anlaşılmaktadır. Belki, anlatılan yukarıdaki tespite paralel olarak gücünü yitirmekte olan merkezi hükümetin zayıflığının, Osmanlı despotluğu resmiyle çelişmesi nedeniyle halkın zihninde oluşan travmanın, Anadolu’yu giderek yılgınlığa soktuğudur. Belki de art arda yenilgilerin, beraberinde ekonomik tükenmişliğin etkileridir. Özellikle şu betimleme bu fikirleri vurgulaması açısından önemlidir: “Genel durum şu: millet savaştan yılgın... “vuruşalım” demiyor musun, anasına sövmüşsün gibi sırtarıyor! Yedek subaylardan yarısı evlerine kapanmış, yarısı ekmek parası derdine düşmüş... Bizimkilerin çoğu hasta, sakat... Sağlamları daha yenilginin şaşkınlığından kurtulamadı. Kala kala... Bir avuç senin gibi “bizim aklımız ermez” diyen subayla gözünü budaktan sakınmaz deli aydın kaldı. Gerisi asker kaçağı, çapulcu, kısacası: eşkıya dediğimiz rezil sürüsü...” (sf.225). Eserde buna benzer tarifler yer almaktadır. Eserde durumu fırsata çeviren eşkıya tabir edilen kişilerin silahlanmasının temel nedeninin kişisel menfaatler olduğu da vurgulanmış. Alacak – verecek meselelerinin çoğu eşkıyanın silahlanma nedeni olduğu; ancak savaşabilecek durumda insan bulmanın zorluğundan savaşmaya gönüllü bir avuç subayın, bu kişilerle işbirliği yapmak zorunda olduğu anlaşılmaktadır: “...Evet cehennem şimdilik umudumuz eşkıyalarda... Eşkıyaya geldin mi, bugün maşallah, mübarek vatanımızın dağı taşı eşkıya.” (sf.227). Hatta özellikle Yunan işgali sırasında karşı koymayı düşünen bir avuç insan ortaya çıkarılamazken, Anzavur olarak bilinen şahıs etrafında silahlı-silahsız on binlerce kişinin toplandığı söylentisinden bahsedilmiştir (sf.443).   Yazar bu yönüyle, kafalardaki, fedakar, vatanını canından çok seven, türlü cefa içinde düşmanı kovma çareleri arayan Anadolu halkı resmini yıkmıştır. Anadolu insanı, peş peşe gelen askeri yenilgilerden, ekonomik çöküntüden, kapıda beliren yeni düşmanlardan tabiri caizse yılmıştır. Kahramanlık sergileyecek durumda hiç değildir. Özellikle halkın gözündeki kahramanlık anlayışını şu sözlerle eleştirmiştir: “...Bir memlekette halkın kahraman anlayışı, eşkıyadan yukarı çıkamamışsa, o memlekette insanların çoğu soyguna biraz yatkın demektir.” (sf.397).  Kuşkusuz Kemal Tahir’in bu eseri nihayetinde bir roman olarak kurgulanmıştır; ancak şurası gerçektir ki; yazarın savaş ortamında Anadolu halkı tasviri, resmi tarih anlatısıyla çelişmektedir.  
Yorgun Savaşçı
Yorgun SavaşçıKemal Tahir · İthaki Yayınları · 20223,192 okunma
·
186 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.