Gönderi

479 syf.
10/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 1 hours
KÜÇÜK AĞA PENCERESİNDEN GÜNÜMÜZE BAKMAK
    Tarık Buğra yaşasaydı eğer; teşekkür etmek isterdim ona. Derdim ki: “Tarık hocam, bana tarih okumayı sevdirdiğiniz için size çok teşekkür ederim…” -     Çolak Salih’le giriş yaptığımız mücadele yıllarından Küçük Ağa -ya da İstanbullu Hoca mı demeliydim- ile çıktık. Bu vatanın hangi evladı Küçük Ağa romanın son sayfasını da okuyup kapağı kapatırken içinden, taa en derinden; ciğerinden gelen yangını hissetmez?     “Tek tek değil de bir arada susuşun bir başka manası var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi.” diyebilmek için milletçe düştüğümüz sessizlik zindanında kaç kez ziyaretimize geldiniz Tarık Buğra?     Savaştan çolaklık damgası vurularak dönen Salih’i Yunan dostu Niko karşılamıştı tren garında ve Buğra şöyle anlatıyordu aralarındaki diyaloğu; “Niko iki konserve kutusu, bembeyaz ekmek, sucuk ve çatalla geldi. ‘Ye… Sucuk domuz etinden değil.’ Güldü. Bir şeyler hesaplar gibi sustu, sonra yine konuştu: ‘Ama artık sizinkiler domuza momuza bakmıyorlar.’ Güldü: ‘Ne verirsen yiyorlar.’ “ Ah o dehşetli zamanlar, ah o yokluk; kaç hassasiyetin derinden çatırdayışına sahne olmuştu? Ve geriye çekilip şöyle bir dikkatle bakınca bu manzaraya; biz ne ara sizinkiler ve bizimkiler olmuştuk? Bir millet… Bir savaş… Bir meydan… Binlerce can… Akan kan… Ve toprak, toprağımız, vatanımız… “Her şeyi kaybettikten sonra ümidi de kaybedenin karşısına ne ile çıkılabilir, zafer için neye güvenilirdi?”     Düşünmek, tahayyül etmek elbette yaşamaya denk olamaz. Yalnızca okumak, dinlemek ve öğrenmek hapsederken bizi en derin kuyulara, yaşanmışlıklar nasıl ağır olmaz? Vatanın her bir karış toprağında başka rüzgârlar eserken taşradaki insanın zihin odalarında hangisi nasıl uğuldamalıydı? “Ümit vardı, ümitsizlik de vardı, ferahlamalar vardı, dehşetler ve korkular da vardı, tahminler, yorumlar pek boldu. Fakat kanaat ve hüküm yoktu; ne olacaktı, ne yapılabilirdi, ne yapmak lazımdı? Bunu kimse bilmiyor, hatta belki de bilmek istemiyordu.” İnsanın ne yapacağını, kime hak vereceğini bilemediği an, dünyadaki cehennem demek değil miydi? “Doğru’yu bulmak, doğru’yu üste çıkarmak, doğru’da buluşmak ille trajediler mi isteyecekti? Doğru’nun bu yeryüzü cennetinin, doğru’da anlaşmak denilen cennetin yolu neden böyle çetindi?” İşin işinden sıyrılmak için kendine çeşitli sıfatları hoş görüyorsun. Kâh taşradan şehirden, kah yaştan, kah görmüş geçirmişlikten dem vuruyorsun. Lakin “Her insanın ölünceye kadar yapabileceği bir şeyler vardı. Her insan da kör topal bunu yapıyordu. Mesele kötüyü iyiden ayırabilmekte idi ve her şeyin, ama her şeyin iyisi de, kötüsü de oluyordu.”     Biz deyince içine kimler dahil oluyor saymak istesek bu işin sonunun gelmesi pek mümkün değildir. Ama en geniş orduların değil, en geniş yüreklerin; en büyük güçlerin değil, en büyük imanların; dehşetli korkuların değil, haşmetli umutların yazdığı tarihin torunlarıyız. Eleştirmek her daim mümkün ama hoş görmek her zaman kazanan tarafın ışığı. Azameti iliklerine kadar yaşamış büyüklerimizin ihtiyaç duydukları, şu an bizim ihtiyacımız olan şeyden farksız değildi herhalde. Konuşanlar çoktu. Bildikleri şeylere külliyen yalan da denemezdi. Anlattıkları yabana atılacak şeyler asla değildi. “İyi ya bu sözler bir kapı aralamadıktan sonra neye yarardı?” Bize, dinlerken dinlendirecek, solup giden her anı kıymetli kılacak, canımıza can, ruhumuza ruh katacak insanlar lazım.     Yediden yetmişe herkesin kendine düşman saydığı birileri mutlaka vardır. Düşmanın kim deyince kiminin penceresi dar kiminin geniş, kiminde filtre nefsi kiminde vatan; öylece bakıyor nefretle. Ama hiç kimse asıl düşmanın farkında değil. “Düşmanın bir mi? Sen ona bir daha ekle. Üç mü, beş mi? Sen ona bir de kendini ekle ve üçse dört, beşse altı de. Ve sen sana düşmanların en çetini oldun, bunu böyle belle!” Önce kendimizle tanışmalı ve bizi bizden eden eski bardakları kırmalıyız. “Eyvah ki savaşı önce kendi kendimize karşı kazanmak zorundayız.” Çünkü seni sana, beni bana yanlış tanıttılar. Olmadık şeylere inandırıldık. Çok da sorgulamadık bize yaptıklarını ve hatta farkına bile varmadık bazen. Ama sona gelindiğinde, her şey ortadaydı işte; “İnanan, inandırandan çok daha hürdü.” Bu kısmi hürriyetin bize sağladıklarıyla hafifçe aralandı gözlerimiz. Bir ses duyduk, irkildik, kulak kabarttık; “Seni senden ayırmak isteyene, koparmak isteyene, bunun için de en şaşkın, en aciz vaktini seçene uyacak mısın?” diyordu. Silkelenip kendimize gelmemizi isteyen en başta bayrağımızdır. Uğruna fena edilenlerle bir kimlik kazanmış her nesne, yitirilmek bakımından değersizle eştir. Toparlanmak, akletmek ve harekete geçmek vaktidir. Ve şimdi, “Düşünmek insanın içinde kendine karşı bir düşman daha peydahlaması oluyordu.”     Tanı konmadan evvel kimse hastalığını veyahut hasta olduğunu kabullenmez. Zahiri olan birçok rahatsızlığın yanında sinsice ilerleyen ve henüz hastalık literatürüne geçmemiş birkaç şey var. Buna örnek olarak; karalamak, görmezden gelmek, yok saymak, değersizleştirmek sayılabilir. Yeteneği bahanelere bağlı kılarak değersizleştirmek, başarıyı görmezden gelmek, sorunları yok saymak ve kutsalı karalamak ölümcül hastalıklardır bir millet için. Düşman saydığımız bazı şeylerin gerçekte düşman olmaktan çıkarılıp iyi safa katılabileceğini artık görmemiz gerekiyor. Evet, “Aklı akılla, vicdanı vicdanla kandırmanın, doğru yolu paylaşmanın bu kadar güç oluşu hepimize çok acı geliyor.” “Ama bu çok açık, çok basit gerçeği anlamakla iş bitmez ve insanlar çoğu zaman öldürdükleri düşmanlarının iyi taraflarını, faydalı taraflarını kurtaramamanın acısını düşünmeye imkân bulamıyorlar.” Bir de şu var ki; toplum adına düşünmek yetmiyor. Sonuçları hesap etmek her şey için mümkün değil. Kendimizden başlayıp genele el uzatırken aslında ne olursa olsun bir tek kişi olduğumuzu asla unutmamalıyız. Çünkü “Herkes vicdanının ve aklının gösterdiği yola gidecektir. Veballer iştirak kabul etmez.” Sayısız ‘bir tek kişi’ler ve sayısız veballer adı dahi anılamayacak halde zamanda akıp gitti. Bizde neredeyse hamurumuzda var denilebilecek kadar kalıplaşmış bir tavır var ki o da şudur; dava denildi mi, akla önce vatan davası, millet davası, toprak davası gelir. Bu hepimizde göz ardı edilemeyecek bir şuurdur. Ve bu uğurda feda ettiklerimizle dahi unutulup girmek bize zor gelmez. Çünkü biliriz; “Deli deli akan koca bir çaya bir saman çöpü düşmüş, ne çıkar? Biz o saman çöpünden de hiçiz bu büyük kavgada.”     Bir asır kadar öncesine bakan herkes ‘nasıl olur?’ diye sormaktan kendini alamaz halde dönüyor. “Asırlarca aynı güneşi, aynı toprağı paylaşanların, iki budala tahrikle birbirlerine böyle düşman kesilivermelerine ben akıl erdiremiyorum. Ve bundan başka sebep bulamıyorum. Zira sebep bu değilse, kahpeliğin, vahşetin, Allah’tan ümit kestirmesi, Allah’ı unutturması gerekirdi.” Amansız kutuplaşmada kendi içimizden, kendi canımızdan olanlar karşı tarafa bencil ihtirasları yüzünden geçti ve bunu yaparken “koca bir ölüm kalım savaşının merkezi, mihveri, kendileri idi, her şey kendilerinden başlıyor, kendilerinde bitiyordu en iyi siyasetçi kendileri, en iyi kurmay kendileri idi, zira vatanı, milleti en çok seven kendileri idi… Ve onlar olmasa vatan çoktan elden giderdi.” Ama çok şükür her şeye rağmen “Vatandan önce kendi ikbal ve istikbalini düşünenlere, kemik kapacağım diye köpeklik edemem.” diyenler çıkmıştı da kurtulmuştuk. Aman ha, bir asır öncesiydi bu yaşananlar diye söylediklerimi yabana atmayın sakın. Çünkü tarih tekerrürden ibaret ve yine çünkü bir asır öncesi tam da şu günlerde aynalarımızda yansıyor.     “Bir hilal uğruna ya Rab! ne güneşler batıyor” derken Akif, sahi neydi o güneşler, kimdiler? Bir güneş kelimesine kaç kahraman, kaç ömür, kaç fedakârlık, kaç ayrılık, kaç şehadet sığdırılabilirdi? Güneşe sorsak şimdi; bunca şehadet, kahramanlık ve kan ile eş tutulmak karşısında koca bir “estağfurullah” çekmez miydi?     Bu yazının muhtelif yerlerinde Tarık Buğra’nın kurtuluş mücadelesini konu alan Küçük Ağa romandan birçok alıntı bulunmakta. Bunu yaparken tek bir amacım vardı. Yazımın başlığında da belirttiğim gibi bugünümüzü anlamak için kurtuluş yıllarından bir pencere aralamak istedim.
Küçük Ağa
Küçük AğaTarık Buğra · İletişim Yayınları · 20159.9k okunma
··
848 views
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.