Gönderi

Olağan Hayatın Olağanüstülüğünü Keşfetmeye Hazır mıyız?
Olağan Hayatın Olağanüstülüğünü Keşfetmeye Hazır mıyız? Çağımız insanının en büyük sorunu, yaşadığı hayatı olağan, sıradan bulmasıdır. Hayatımızın bize verildiğini düşünüyoruz. Yaşadığımızı yaşamaya mahkûm olduğumuzu sanıyor, kabullenmekten başka bir çıkış yolu bulamıyoruz. Yakınıyoruz; içinde bulunduğumuz koşulları eleştiriyor, söylenip duruyoruz. "Bu kadar" oluşumuzu olağan buluyoruz. Duyduğumuz rahatsızlık "bu kadar" gördüğümüz kendimizi, yaşayışımızı aşmamıza yetmiyor; tersine, rahatsızlığımız, rahatsız olduğumuz dünyaya alışmamızı sağlıyor. Aklımızca muhalefet ederek (söylenme muhalefeti!) bize "verilen" koşulların oyuncağı oluyoruz. Yaşamıyoruz: Yaşattırılıyoruz! Kendimizi yaşayamıyoruz, tanıyamıyoruz. Doya doya üzülemiyor, doya doya sevinemiyoruz. Çevremize uyma, başkalarına göre yaşama endişesi, iç dünyamızı geliştirmemizi engelliyor. İçi olmayan, sığ insanlar oluyoruz. Çok az sözcükle konuşuyoruz. Yargılarımız basmakalıp, dünyayı algılayışımız sıradan; sürünün silik "koyunları" olup çıkıyoruz. İsyanımız yok! Olsa da içimizde kalıyor. Etrafımızı kollayarak yaşadığımız için, "herkes gibi", "herkes kadar", "bu kadar" olduğumuzu düşünüyoruz. Hayat "anlam vererek" yaşanıyor. Hayata nasıl bir anlam yüklüyorsak, hayatımız öyle oluyor. Anlam ufkumuz çok dar: Dünyanın "bu kadar" olamayacağını anlayamıyoruz. Hayat öylesine zengin ki! Bu zenginliği yaşamanın elbette biyolojik, sosyolojik, politik, ekonomik, düşünsel, ideolojik, inançlarımızla ilgili koşulları var. Bu koşulları aşabilmenin temel koşullarından biri, hayata karşı tavrımızı değiştirmekten geçiyor: "Bu kadar değil" hayat! "Ben bu kadar değilim." Ötelerde bir can var, canlılık var. Olağanlığı içine tıkıldığımız hayatın olağanüstülüğü var. Hemen önümüzde. Gözlerimizin önünde. Göremiyoruz. Koşulları değiştirmek için mücadele gerekli: Anlamlı mücadele için, alışkanlıklar dünyasını aşmaya yarayan bir istekliliğe, heyecana, umuda gereksinimimiz var. "İçi geçmiş, yorgun, yılgın insanların dünyasından" silkinip dışarı çıkmak gerekiyor. Yaşayabilmenin, canlılığın, can olmanın ateşini içimizde duyu duyuvermek: "Hayat! Seninle baş etmeye, sendeki zenginliği, mucizeyi keşfe hazırım!" diyebilmek! Bunun için içimizin zengin olması gerek: Oysa zenginlikten yalnızca maddi zenginliği anlıyoruz. İçi olmayan insanların yaşadığı bir toplum, ekonomik, toplumsal, politik sorunlarını çözse de hayatı ıskalamaya devam eder. Dışımızdaki dünyayı, içimizdeki dünyayı güzelleştirmeden güzelleştiremezsiniz. "Kahrolası Hayat”ın değişime ihtiyacı var. Kabul ama, nasıl bir değişime? Güzellikleri, refahı, mutluluğu göremeyen bir gözün önüne bütün görmek istediklerini koysanız ne olur ki? Dünyayı yönetenlerin çoğu kez anlayamadıkları budur: Malumat sahibi olmak, diplomalar almak, ünvanlara kavuşmak, makamlar elde etmek... Bize nasıl yaşayacağımızı öğretemiyorlar. Neden mi? İç dünyamızı nasıl oluşturacağımızı, nasıl derinleşip, geniş ufuklu bakışlar elde edeceğimizi anlatmıyorlar. "Bilgi" edinmekle yaşama öğrenilemez. Nasıl öğrenilir? Önce içimizi özgürleştirerek. Kafamızın, yüreğimizin içini. Oysa, kanunlar çıkararak ya da yasaklayıcı kanunları kaldırarak özgür olacağımızı sanıyoruz. Mal mülk sahibi olunca, toplumun bizden istediği davranışları "görünüşte" yerine getirince, köşe dönme becerisini elde edince mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Hiç sığ insandan mutlu insan olur mu? Yüzeyselliğin, kabalığın, basmakalıplığın, cehaletin mutluluğu mu olur? Çağımız, yaşayamadan ölenlerin çağı. Paradoksal bir biçimde: Tıp gelişiyor, insanın biyolojik ömrü uzuyor; hastalıklara çareler, geçmişe oranla, daha fazla bulunuyor. Bilim daha fazla bilgi sunuyor; teknoloji inanılmaz hızla üretiyor. Bütün bu olumlu olması gerekirken kanunları kaldırarak özgür olacağımızı sanıyoruz. Mal mülk sahibi olunca, toplumun bizden istediği davranışları "görünüşte" yerine getirince, köşe dönme becerisini elde edince mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Hiç sığ insandan mutlu insan olur mu? Yüzeyselliğin, kabalığın, basmakalıplığın, cehaletin mutluluğu mu olur? Çağımız, yaşayamadan ölenlerin çağı. Paradoksal bir biçimde: Tıp gelişiyor, insanın biyolojik ömrü uzuyor; hastalıklara çareler, geçmişe oranla, daha fazla bulunuyor. Bilim daha fazla bilgi sunuyor; teknoloji inanılmaz hızla üretiyor. Bütün bu olumlu olması gereken bu gelişmeler, insan mutsuzluğunu, yaşayışındaki tatsız tuzsuzluğunu gideremiyor. İnsan içinde taşıdığı "derinliği", "olağanüstü" potansiyelini unutmuştur da ondan. Yaşadığımız anlardaki sonsuzluğu göremiyoruz. Toprağımızdaki bilgeliği, umutlarımızdaki gökyüzünü, düşünmemizdeki ateşi kavrayamıyoruz. Hiçbirimiz "olduğumuz kadar olmaya" mahkûm değiliz. Yaşamak bir imkandır. Çok azını gerçekleştirebiliyoruz. Kendimizi, hayatımızı oluşturamıyoruz. Sabah, penceremize vuran gün ışığına umutla bakarak, içimizdeki derinliği, içimizdeki kâinatı keşfedip güne başlamak: Hayatın can suyuyla beslemek beklentilerimizi. Yeni yepyeni insan olmaya çabalamak. Çabalayın. Olursunuz.
·
8 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.