Bazı kadınlar vardır ne adına şiir kitabı yazılsın ister ne de şiirlerde ki "O" kadın olmak isterler. Düzenli bahçeleri de sevmez onlar. Sıradandır o bahçeler, dünyanın çürümüşlüğüdür onlar için. Ruhları rutubetlenir onların o sıradan hayatlarda.
Çocukluğundan itibaren farklı, sessiz. Annesinin eleştirilerinden kurtulamayan, herkes gibi olamayan, ne annesine ne de kardeşine benzemeyen belki de hiç tanımadığı anneannesinin genlerine sahip Süreyya.
Süreyya' nın iç sesi ile yazmış tüm romanı Nil Sakman. Kitabın başlarında hangi ses Süreyya' nın hangi ses yazarın karıştırıyor okuyucu. Yazarın bilinç akışını ustalıkla kullandığını anladığınız anda romanda kurgu aramaktan vazgeçiyorsunuz. Artık okuyucu olarak sizi ilgilendiren sadece Süreyya' nın kendine seslenişi kendisiyle hesaplaşması. Günlük hayatında sessizliği tercih eden Süreyya iç dünyasında bağır bağır hiç susmadan konuşuyor.
Bu sesler içinde susmadıkça da yapabileceği en iyi şeyi yapıyor. Yazıyor. Yazdıkça suskunlaşıyor, suskunlaştıkça deliriyor. İncecik, bir solukta okunacak bir kitap aslında ama molalarla okudum ben. Üzerime Süreyya' nın sinmesinden korktum. Depresifliğinden korktum.
Öteki olmayı kabul edip kadınlığın toplumda belirlenen sınırlarını içselleştiren bir kadın ümitsizlik veya şizofreniye yenik düşecektir diyor feminizm. Süreyya bu durumu içselleştiremeyenlerden ama bu onun ümitsizliğe düşmesine, mutsuzluğuna engel olamıyor. Bu anlamda da feminizme farklı bir bakış açısı getiriyor. Bedeninin cinsiyeti belli olan ama ruhunun cinsiyetinin arayan bir kadın Süreyya.
Kitap bittiğinde derin bir nefes aldım ve Virginia Woolf' u, Simone de Beauvoir düşündüm.