Gönderi

Gönül Yarası
Gecelerin uzadığı ve serinlemeye başladığı ama henüz ayazların hissedilmediği o esintili sonbahar akşamları, dedenin evinde akşam oturmalarımızın da başlangıç dönemiydi. Ocaklıkta yanan ateşin ölgün ışığında, toprak damın mertek aralarından, büyük ve çok uzun bir çift karayılan akmaya başlayınca gençlerden yılanları şişleyerek öldürmek için hareketleneler olur, o ise, “Evde yılan berekettir, sakın yılanlarıma dokunmayın” derdi. Diklenenler olursa da, “siz yaylalara gittiğinizde benim onlardan başka can yoldaşım mı var; oturun oturduğunuz yere” diyerek gürler, herkesin yerine oturmasını sağlardı. Bizler, o zamanlar aksakallı dedenin neden böyle davrandığını hiç anlamaz, hatta anlamaya da çalışmazdık fakat damdan dökülen topraklar ile farelerin canhıraş feryatlarından yılanların istikametini ve davetsiz misafirliklerinin ne zaman biteceğini büyük bir dikkatle takip ederdik. Bizim için hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ama aslında birkaç dakika süren bu misafirliğin bittiğini, evin içini derin bir sessizlik kaplayınca anlar, korkularımız azalır, ancak o zaman rahat bir nefes alırdık. Sonra o çok yıldızlı gecelerin karanlığına ışık olsun diye yaktığımız meydan ateşimiz sönmeden yetişir ve aşağılardaki derenin bir çoğalıp bir azalan gümbürtüsü eşliğinde kaldığımız yerden siñmeç (saklambaç) oynamaya devam ederdik. Çağırsalar da, oyunu bırakıp zaten gelmeyeceğimizi bildiklerinden, ocaklıkda kaynayan ve kıvrımlı büyük bardaklarla içilen ger çayına (boz renkli bir kekik) bizi çağırmazlardı. Fakat kuru maya, (incir) maya pestili, ceviz, kavrulmuş melengiç ve nardan oluşan sofranın hep başköşesinde olurduk. Siñmeç oynarken uzaklardan hayal meyal duyulan kurt, çakal, tilki ulumaları, göğceoğlak (baykuş) sesinden korkup, saklandığı yerden kendiliğinden çıkanlar olur, bir de çanak çömlek patlatabilirsek, gülmekten yerlere yatar, mutluğumuz daha da artardı. O vakitler, “karayılanların insanlara asla zarar vermedikleri ama düşmanlarını da unutmadıkları, bu nedenle hatırlarının hoş tutulması, saygı da kusur edilmemesi, görülmelerinden, gözden kayboluşlarına kadar hareketsiz kalınması, korkutulurlarsa takip ederek yakaladıklarında, vücutları ile hasımlarını kırbaçladıkları” gibi telkinler, bizlere sürekli yapılırdı. İnsandan kendilerine zarar gelmeyeceğinden emin olan karayılanların olur olmaz yerde bizlere meydan okurcasına, acelesiz tavırları, aniden durup etrafı kolaçan ederek yol almaları, tavuk cücükleri, gözetlediğimiz yuvalardaki kuşları yumurtaları veya yavruları ile birlikte mideye indirmeleri, ruhumuzda garip bir başkaldırı uyandırsa, içimizdeki şeytana, “bir tenha da indir şunların başına taşı” dedirtse de, yine de karayılanların kesin bir dokunulmazlığı vardı. Şimdilerde onların gözlerinin yaşına bakan bile yok. Rahmetlinin torunu, gelini ve köyün imamı, insan kıyımı veya zehirli fare ölülerinden kurtulabilmiş, köyümün son iki karayılanını, tüfekli birine öldürttüklerinde görüldü ki, “evin bereketi” diye dokunulmayan, son derece sevimli ve utangaç canlılar, sadece merteklerin arasındaki fareleri yemek için ziyaret etmezmiş dedenin o köhne evini. Meğer kimselerin bilmediği daha başka ölümüne bir dayanışma, dostluk ve sır da varmış aralarında. Zira vahşice öldürülen karayılanlardan birinin ağzında baş kısmından yarısına kadar yutulmuş dev bir zehirli engerek vardı. Uzun süre taciz edilmelerine rağmen, ölümleri pahasına oradan ayrılmamalarının asıl sebebi de engereği avlamak içinmiş. Dede, mektep medrese görmediği için okuma yazma da bilmezdi ama hiçbir şeyin boş yere var edilmediğini çok iyi bilir, ona göre de davranırdı. Yılmaz bir engerek avcısı olan karayılanlar, insanlar için de ölümcül zehre sahip hemcinslerine karşı yine galip gelmişler ama “can yoldaşı” bildikleri insanın cehaletine yenik düşmüşlerdi. Kimbilir!.. Belki de karayılanların köyümde bir daha görülmemelerinin asıl sebebi; zehirden, kurşundan değil, insanın vefasızlığına karşı oluşan gönül yarasındandı. Halil Korkmaz
··
4 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.