Gönderi

Nietzche/ Tanrı'nın Ölümü ve Marx
Nietzsche’nin mücadelesi, Andrew Wernick’in tabiriyle, sadece Çarmıha Gerilen ile Dionysus arası bir mücadele değil, Hristiyanlığın “aydınlanmış ahiret”ine –bu çalışmada izini süregeldiğimiz bir masala– karşı mücadeledir.8 Bruce Robbins’in belirttiği gibi, “Tanrı aslında gizlice bir yere saklanmış bekliyordu ve artık saklandığı yerden çıkartılarak ahlak ve Doğa’dan tarihe, insanlığa ve hatta gramere varana kadar çeşitli seküler fenomenlerde ifşa edilmek zorundaydı.”9 Nietzsche’ye göre bu sahte din formları, Tanrı’yı katlimizi gizlemenin yollarından başka bir şey değildir ve cesetle birlikte süpürülüp atılmaları gerekir. Cesur yüreklerin bu tür afyonlara ihtiyacı yoktur. Üstün İnsan ya da insan-sonrası hayvan; kendini Doğa, Akıl, İnsan ya da ahlak denilen bu düzmece din formlarından özgürleştirmiş olandır. Ancak bu gözüpek hayvan Gerçek’in uçurumuna bakabilir ve Tanrı’nın ölümünde yeni bir insanlık türünün doğumunu keşfedebilir. Hristiyan inancına gelince; işe her şeyden önce ilahiliğin kanının ellerimize bulaştığını itiraf ederek başlamak gerekir. İnsan da, Tanrı’nın tevhid ve sonsuzluğu uyarınca yeniden şekillenene değin çözülmelidir. O derecede Yaratıcısına bağımlılık üzerinden tanımlanmıştır ki, ikisi birden devrilmek zorundadır. İnsanlık için bir cenaze töreni düzenlenmeden, Kadiri Mutlak için de düzenlenemez. Tanrı’nın ölümü –ödlek, suçluluk hissiyle dolu, bağımlı yaratığın bugünkü adıyla– İnsan’ın ölümünü muştulamalıdır. Onun yerini, Üstün İnsan alacaktır. Fakat Doğa’ya hâkimiyeti ve amirane bağımsızlığıyla Üstün İnsan, ilahilikten uzak değildir; ki bu, ironik şekilde, Tanrı’nın hiç de ölmediği anlamına gelir. Onu ikame edecek olan şey, onun bir imgesi olmayı sürdürür. Tanrı’nın ölümünün İnsan’ın ölümünü gerektirdiği, yeni bir insanlık formunun doğumu teziyle beraber, ortodoks Hristiyan bir öğretidir. Nietzsche bunun farkında değilmiş gibi görünür. Enkarnasyon [Tanrı’nın İsa’da vücut bulması], hem Tanrı hem de İnsan’ın –İsa’nın kendinden vazgeçişinde simgelenen– bir tür feragat ya da kendini küçümseyişten geçtiği yerdir. Yeni bir insanlık umudu, ancak bu trajik fedayla mümkündür. Çarmıha geriliş, dışlananlar ve mağdurlarla dayanışması itibariyle, tüm o kibirli hümanizmin bir eleştirisidir. Gücün anlamı, tam da yitirişin ve yenilginin itirafıyla yücelerek bir yeniden diriliş mucizesine dönüşebilirdi. Tanrı’nın ölümü, öfkeli despot Yehova’ya putperestçe tapınmayı yerle bir eden ve onu etten ve kandan, savunmasız biri olarak gösteren putkırıcı İsa’nın yaşamıydı. Tanrı’nın boşluğu, İnsan fetişi ile kapatılabilir; fakat ıskartaya çıkarılmış olan Tanrı, zaten pek de bir fetişten fazlası gibi görünmez.10 William Blake’in Urizen ya da Nobodaddy’si gibi o da dayakla cezalandırılmaya hevesli bir insanlığı, Hristiyanlığın Tanrı’sının bir yargıç, patriark ve süper ego değil, suçlanan bir hemcins, arkadaş ve sevgili olduğu şeklindeki katlanılamaz hakikatten korumanın münasip yollarından biriydi. O bir savcı değil, savunma vekilidir. Dahası, onun aşikâr yokluğu, aynı zamanda manasının bir boyutudur. Batıl inançlılar bir işaret görecektir; fakat Baba’nın asıl önem taşıyan işareti, çarmıha gerilmiş bedendir. Hristiyan inancı için Tanrı’nın ölümü, bir yok oluş meselesi değildir. Aksine, ölümü onun tam tekmil mevcut olduğu yerlerden biridir. İsa, Tanrı’ya vekalet eden İnsan değildir. O, Tanrı’nın insanın zayıflığı ve manasızlığında vücut bulduğunu gösterir bir işarettir. Trajik olanın ötesine uzanan bir yol, ancak bu gerçekliği tam manasıyla yaşayarak, ölümü sonuna kadar deneyimleyerek mümkün olabilir. Bu iddia, İnsanlık Dini ile pek de uyumlu değildir. Marx da, Tanrı’nın ölümünü bir anlamda İnsan’ın sonunu getiren bir şey olarak ele alır. Tanrı, kendine yabancılaşmış bir insanlığın ürünüdür ve ancak bu koşul onarıldığı zaman yitip gidecektir. “İnsan” burjuva hümanizminin sahtelikle yekvücut kılınmış öznesini imlediği sürece, bu şişirilmiş yaratığın eli kulağındaki ölümü Nietzsche gibi Marx tarafından da memnuniyetle karşılanır. Fakat bir başka açıdan Marx, bildik anlamda bir romantik hümanist olarak kalır; ki bu onun ateizminin yarım kaldığı anlamına gelir. Artık tüm varlığın kaynağı insanlıktır, onun ilahi mimarı değil. Bir yerde, İnsan’ın tarihsel gerçekliğin kökünde –Nietzsche’nin kazıp çıkarmaya ve çöpe atmaya niyetli olduğu bir kökte– yattığından bahseder. Üretici güçlerin, Güç İstenci ya da Übermensch’e kıyasla, ilahilik için daha az makul bir vekil olduğu doğrudur. Yine de Marx’ın düşüncesinin –özellikle ilk haliyle– Yahudi-Hristiyan düşüncesinden derin izler taşıdığını görmüştük. O halde, sahici bir ateizm bulacağımız yer burası değildir. Nietzsche’ninkinden farklı olarak Marx’ın gelecek vizyonu, antropolojik bir vizyon olarak kalmayı sürdürür. Mevzu insan denilen hayvana geldiğinde Marx büyük ölçüde bir özcüdür; Nietzsche’de ise durum farklıdır. Onu insan türünün kendini gerçekleştirmesinden bahsederken tahayyül etmek zordur. Daha önce gördüğümüz üzere, Marx’ın zaman zaman Feuerbachcı fantezilerin kurbanı olduğu da doğrudur. O halde, tüm bu açılardan, Nietzsche daha safkan bir inançsız gibi görünecektir. Fakat onun ateizmi de eksik kalır. Ona göre tüm içkin manaların yerini insan ürünü manaların alması gerektiğinden, bu görevi ifa eden Übermensch’in bir mini-Yaratıcı’ya dönüşmekten nasıl kurtulacağını anlamak güçtür. Geri dönüp teolojiye bakmaksızın özerklikten ya da kendini üretmekten bahsedilemez. İnsanın Tanrı’yı kapı dışarı etmesi, ancak kendini yarattığı ve böylece bağımlılığını ve olumsallığını fesh ettiği takdirde mümkündür; fakat kendini yaratmak, ilahiliği başka bir formda tekrar etmektir. Bu, dini feshetmeye kalkışırken onun karşısında diz çökmektir. Hristiyan teolojisinin baktığında naif bir karşıtlık göreceği şeyde, insan özerkliği ve Tanrı’ya bağımlılık ancak zıt şeyler olarak görülebilir. Doğru, Übermensch denen bu olağanüstü uygar canavar bir tarihin ya da kökenbilimin ürünüdür; fakat onu dünyaya kendini yaratan biri olarak getiren bir tarihin ürünü. Geleceğin İnsanı’nı oraya neyin koyduğunu görmek için ardına bakamazsınız –bu, en az Tanrı örneğinde olduğu kadar imkânsızdır. Nietzsche’nin ateizme en sadık olduğu nokta, kendiliği bir kurmaca olarak görmesidir. Oysa özerk, kendi kaderini tayin eden Üstün İnsan ise, aksine, düzmece teolojinin bir diğer parçasıdır. Ayrıca, Nietzsche’nin bakışında İnsan her şeyin etrafında döndüğü ilke –ve dolayısıyla bir tür vekil ilah formu– değilse de, aslında bu tür bir ilke mevcuttur: Güç İstenci. Sonuç olarak, belirleyici kopuş anı Nietzsche ile gelmez. Marx’a göre kendini şekillendiren özne, altını kazabileceğimiz bir temel değil; aksine Doğa, emek, iktidar, tarih, kültür, kan bağı vesairenin ürünüdür. Marx’ın materyalizmi ateist bir materyalizmse, bunun nedeni madde adına ruhu inkâr etmesi değil, insanları konumlandıran ve özgürlükler alanında da varlığını devam ettiren maddi önkoşulları kabul etmesidir. Böylece, Nietzsche’ye göre kusursuz haline Übermensch’te ulaşan İnsan egemenliği, sert şekilde sınırlanır. Marx için insanlık, en azından bu anlamda, kendi kaderini tayin eden bir mutlak değildir ve dolayısıyla Yaratıcı’sından boşalan tahta çıkamaz. Marx kimi açılardan Nietzsche’den daha dinsel olsa da, başka açılardan bu tam tersidir.
·
40 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.