Gönderi

Son Sanrı
"Bir yapı çıldırabilir mi?" Bu soruyu bir saat önce sormuştum. Yaz alacakaranlığı, Büyük Alan'dan yavaş yavaş çekiliyordu; çekilirken de sütunlarda, kemerlerde oyalanan son güneş kırıntılarını siliyor, kaygan taşlarda gittikçe genişleyen kara gölgeler bırakıyordu. Alacakaranlığın, her şeyi olduğundan biraz daha değişik, abartmalı, bazen de olağandışı gösterdiğini, ”zaman” duygusunu sallantıda bıraktığını bilirim. Yine de sordum: ”Bir mimari çıldırabilir mi?” Son aylarda -ya da yıllarda sürekli bir bezginlik içindeydik. Hiçbir şey eskisi gibi olamayacakmış gibi, düzelmeyecekmiş gibi, önceleri katlandığımız, sonraları boyun eğdiğimiz şu bezginlik bile aynı kalmayacakmış gibi. Konuşmalarımız da umutsuzluk üstüneydi hep. Arasıra bir çıkış yapıyorduk belki ama onun parlaklığı da kapkara gökte bir iz bırakmıyordu tabii. Sürencemedeydik. Ben de kendi adıma değişmiştim, seziyordum: bedenime ihtiyar bir erkek yerleşmişti, pantolonum boşalmış kalçalarımdan sarkıyordu. Yazmak bile istemiyordum. Eski kendime dönmek için bir dönüş yolculuğu gerekiyordu. Eski bir öykümde bıraktığım ayakizlerini sürüyerek bu kente geldim. Bu sabah. lrmaklarının ağızları ve kaynakları başka başka ülkelerde yatan, yüzyıllardır surlarla daha da daha da sıkıştırılmış, kendi içine kapanmış bu küçük ülkenin bu ihtiyar kentini boydan boya dolaştım sayılır. Sabahtan beri. Toprak da sınır tanımadan öte ülkelere uzanıyordu. Bağrından fışkıran Flaman ressamlarının renkleri kadar sıcaktı, kanlıcanlıydı. Bitişik ülkenin başladığı sınır köyünde ağaçlı bir yolda yürüdüm. Kolalı dantel perdelerin arasına özenle yerleştirilmiş saksıların sayısı, evde yaşayanların varsıllığı konusunda bilgi veriyordu yoldan geçenlere. Koyu, uysal bir yerelcilik geleneğiyle, surlarda bir gedik bulur bulmaz başka kara parçalarına akan, oralarda egemenlik kuran saldırgan sömürgecilik geleneği içiçeydi burada. Aksayan, ters düşen hiçbir şey yoktu. İki dil, iki ayrı düşünce, iki ayrı tutum içiçeydi. Blucin satan en ünlü mağazanın yöneticisi de Türktü, yapma gölde su bisikleti kiralayan işletmeci de. Merhabalaştık. Bir zaman yazdığım öykünün bilmediğim kenti, gerçek kente tıpatıp uyuyordu. Şöyle bir sonuca vardım: demek bütün ihtiyar kentlerde en az bir kere yaşayabiliyordunuz, düşte ya da gerçekten. Gerçeğe edebiyat önünde ikincilik yakıştırmamakta kararlıydım. Her şeyi alacakaranlığa bıraktım: alacakaranlığın tanıdığı yanılsama payından yararlanmak. Büyük Alan’ı o saatte görmek istedim. Alacakanlıkta alan, bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Belki de kusursuz bir mimari birim oluşturmak için özenle düzenlendiğinden, o yılın o Temmuz akşamüstünde bile kurulduğu çağda yaşıyordu. Sıralanış düzeni asla şaşmayan yapay, kaygan taşlarda yankılanan ayak seslerimden ürkerek, ezberini unutmuş bir oyuncu acemiliğiyle alana çıktım. Oteki oyuncular -yani turistler, turist rehberleri uluslararası işadamlarından oluşan koro, sahnedeki yerini çoktan almıştı. Sezdiğim kadarıyla beklenen bir şey vardı ya da biri. Alanı bir bekleyişin tedirgin suskunluğa sarmıştı çünkü. Şimdilik bir kahveye iliştim, daha doğrusu eski bir hana. Bir Brabant dükünün gelip geçene açık tuttuğu bir konaklama merkezine. Akdeniz'den, doğu ülkelerinden kehribar, bira, buğday ya da kürk yüklü gemilerle limana yanaşan, Cenova kadifesi, Venedik brokarı, Tolfa şapıyla limandan ayrılan yorgun tayfalara belki. Serin akşam rüzgârıda, soluma düşen eski ekmek halinin çatısında dalgalanan renk renk geleneksel lonca bayraklarıyla irkildim. Dokuz meslek örgütü. Alınabilecek her hakkın yüzyıl süreyle ertelendiği bir ülkedeydim. Gerçi alan, çiçek ve nem kokuyordu ama dinçliğin ve varsıllığın son duvarındaki çatlaklardan öykümdeki veba ve tecim kokusu duyulabiliyordu, sızabiliyordu. Ezilme, sindirilme kokusu. Ve sınıf çatışması. O sırada gördüm Kule'yi: "Bir mimari çıldırabilir mi. " Onu gördüğüm anda da nicedir aradığımın, uğrunda kıvrandığımın, kaçtığımın, bir yüz değil, bir imge ya da bir ses değil, eski bir metnin açıklanması da değil, yeni bir özsu, dağlayıcı ve ondurucu ılık ama harlı, vazgeçilmez bir özsu olduğunu anladım. Kule'nin gözlerinin içine bakabilmek, ona sırılsıklam âşık olabilmek için hanın üst katına çıktım. Aşkı çoktandır unutmuştum. Unutmuştuk. Karanlık bastırmıştı. Yine de alanın ışıkları yanmamıştı -Tam zamanında geldiniz, dedi ihtiyar garson. Ne içerdiniz? -Burada ne içilir. Ne içiliyordu yani? -Geleneksel bir bira. Ama acı. Yabancılar sevmiyorlar, bizim gençler denemediler bile. İsterseniz... Tam zamanında demiştim, birazdan ses ve ışık gösterisi başlayacak da. Toprak bir kupada getirdiği bira köpüksüz. Ahır kokuyor, tezek kokuyor. Demin merdivenlerden çıkarken doldurulmuş bir ata rastlamıştım. Eyeri, süslemeleri üstündeydi. Bey'in atıyımş. Birdenbire, yumuşatılmış bir Ortaçağ ışığı aydınlattı alanı. Kapanıklığı ve gururuyla ürküntü veren bir koro yükseldi. Bitişik masalardaki gençler, gülüşmeyi sürdürüyorlar. Alt kattaki işadamları, birer viski daha söylüyorlar. Birdenbire hepsi, bir kentle birlikte büyüyen, açılan artık onu kendi bedeninden sayan, araştırmaya hiç kalkışmayan kentliler olmakta birleştiler. Bu, onların, Avrupa’nın ortak geçmişi. O yüzden de hiçbiri karşısında yükselen, aydınlanan, özel sesini kazanan bu metni çözümlemeye kalkışmıyor. Işık, Kule’nin giriş katını yakaladı. Tam orada olması gereken kapı azıcık yana çekilmiş. İki yanındaki pencere sayısı (on iki ya da on üç) birbirini tutmuyor. Yine de bezeklerde bir simetri gözetilmiş. Bir bütünün parçaları gibiler. Daha. -Ne oldu bu çocuğa bir türlü anlayamıyorum. Ailede namaz kılan da yok ki gördü, öğrendi diyelim. Üstüne varmazsan geçer canım. Bu yaşlarda olur. -Bari insan içine çıksa. Bütün gün sandık odasında. Kapanıyor. Dua ezberliyor. Şaşırdım. Azarladım olmadı, tatlılıkla anlattım... Önce hizmetçiyle sıkıfıkı olmasını önleyeceksin. Kırmadan. Annesi ile eski okul arkadaşı Leyla hanımın konuşmalarını sandık odasından doğru dürüst duyamıyor. Zaten odanın loşlugunda da içlerinde ne olduğunu kestiremediği denkler, bohçalar, sandıklar var. Reçel, turşu kavanozları, küpler. Ayağı kırıldığı için gözden düşmüş bir koltuk, sırı sökülmüş bir konsol aynası, yaz günlerinin bahçe koltukları, Avrupa'dan getirtilme, hiç kullanılmamış bir hamur kesme aleti, bir pasta kalıbı. Taş plaklar: Beethoven’in 5. Senfonisi, Hafız Burhan’ın Kuş Sesleri, Nâzım’ın Salkım Söğüt'ü. Annesiyle Leyla hanım, Fransızca biliyorlar. Biri, leylak rengi keten etek-ceket giyiyorsa, beyaz eldivenliyse, öteki beyaz keten etek-ceket giyiyor, leylak eldivenli. Uyum, umurunda değil çocuğun. Hiç olmayacak. Küçük yaşında, bu yerleşik keşmekeşi içine çekerek namaz kılıyor. Kule’sine ikisinin de bilmediği yabancı bir dilde seslenmek hoşuna gidiyor. Günde beş kere, hiç sektirmeden Kule’siyle buluşuyor: Kıble aslında Kule midir? Kule, loş bir ışıkta, bakanların seyrine katlanıyordu. Dimdik. Gözyaşartıcı görkemini gözler önüne sermekten utanmayacak kadar sabırlıydı. Ama geçit vermiyordu. Gizemli, acılı bir metin oluyordu yükseldikçe. Burcunda durup saldırı ya da savunma komutu verilebilecek bir hisar değildi. Yoksul, dindar halklara şaşırtmaca vermede kullanılan barok bir baskı aracı bir kilise de değildi. Kişiye hangi suçla suçlandığını bir türlü söylemeyen, ulaşılmaz bir şato da değildi. Bürolar barındıran bir gökdelen de değildi. Kapkara bir gecenin ucunda görünen bir masal ışığıydı. Yükseltisi, bir o kadar derinlikten serpiliyordu, çağlardır tortulanmış koyu bir acıdan besleniyordu. Korodaki mezosoprano ses, ağıtıyla besliyordu onu. Başka seslerle içiçe geçerek, kendi başına sarmallar çizerek doruğa ulaşıyordu. Sesin ışığını duyuyordum. Karasevdalı bir bestecinin her sabah penceresinden baktığında gördüğü Kule’ydi o. Bir sigara yakar, bir konyak içer, kara güne coşkuyla girer. Mozart. Bir bira daha lütfen. -Kule'yi beğendiniz, diye gülümsüyor ihtiyar garson. Gözlerinizi ondan ayırmıyorsunuz. Kavruk bir adam, elleri küçücük. Ne biliyorsunuz Kule hakkında? Söylentiler çeşitli. Gösteri birazdan bitiyor, masanıza ilişir, bildiklerimi anlatırım. Hadi kalk, Fatma hanıma gidiyoruz. Fatma hanım, birkaç gündür temizliğe gelmiyor. Annesi, soğuk, resmi bir ilgiyle hizmetçisini merak ediyor. Feriköy pazarının cıvıltısı geride kaldı. Fatma hanımın gecekondusunun önüne terlikler; pabuçlar dizilmiş. Radyosunun üstünde işlemeli bir örtü; zengin evlerin armağan ettiği yırtık yüzlü koltuklarda da işlemeli örtüler var. Her şey bembeyaz. Lekesiz ölü bir beyazlıkta tutarlılığını bulmuş. Sen namazını kılıver, diyor Fatma hanım kaçamak bir gülümsemeyle. Ben çayı demleyeyim. Dur dur, şimdi getiriyorum seccadeyi. Ama bu evde kaçacağı, yalnız kalabileceği, acı çekeceği bir sandıkodası yok ki. Burada her yer sandıkodası. (O günden sonra bir daha namaz kılmayacak.) Geceleri, Şişli Camii'nin ışıl ışıl mahyalarını gözlüyor. Minare. Kule değil, çünkü buyurgan, görev sıralıyor, tapınılmayı istiyor. Fatma hanım, annesinden aldığı parayı alnına sürerek, ”İki cihan da aziz ol" diyerek son belirsizlikleri de siliyor. Kule, bir başkaldırıdır. Kule, son bir çiğ kırmızı ışıkla aydınlanıyor. Ses susuyor. Karanlık. Alan yavaş yavaş boşalıyor. İhtiyar garson bir bira daha getirdi. Birazdan masaları toplayacak. -Üç gün sonra geleneksel Ortaçağ şenliği var, diyor. Bakın bakın, şövalyeler, leydiler, rahibeler, papazlar gelmeye başladılar bile. Prova yapacaklar. Size bir sır vereceğim. Kulenin mimarı Jan Van Ruysbroeck’in intihar ettiğini hepimiz biliriz ama turistlere pek söylemeyiz. Koruyucusu olan Kral'ın Kule’yi beğenmediğini öğrenince ta tepeden atlamış. Dikkat etmişseniz, mimari son katlarda iyice çılgınlaşıyor. Bilmem ondan mı? Rehberler, gotik tarzın bir örneği diyorlar. Kimilerine göre de ilk asimetrik barok mimari örneği. Hangisine inanacaksınız? Bana kalırsa, o kadar çok onarım gördü ki iyice sapıttı bu Kule. Genç mimarlar çalıştı onarımında. Herkes kendinden bir şeyler ekledi. Benim gençliğimde de karmakarışıktı doğrusu ama şimdi içinden çıkılmaz hale geldi. Artık hiçbir pencere birbirini tutmuyor. Sizin asıl işiniz ne? Garsonluk dışında yani? Eskiden yazardım. İhtiyar bir adam olmadan önce. Oldukça ünlüydüm de. Sonra baktım, altmış sekiz küsur yılı yazı yazarak tüketmek olanaksız. Garsonluk yapıyorum işte. Geleneksel şenlikte palyaço kılığında olacağım. Kalın lütfen. Size de bir kılık ayarlarız. Bir ömre bir tek yaşamın az geldiğini bilirsiniz, bir yazarsanız. - İşin ilginç yanı sizi öykümden tanımam - Ne yapıyordum öykünüzde? Vakanüvislik ile remilcilik arası bir şey. Yine böyleydiniz. Sizinle konuşurken gerçek acıyı hiç tatmadığımı düşündüm. Benim ülkemde acı, kemerlerle, kubbelerle örtülür, korunur, toplumsallaştırılır. Bireysel, sivri acı yok gibidir. Öğreniyoruz Acemilik sancısı. Cevizlik’teki küçük kilisenin alçacık kulesi. Sıcak bir yazın son günleri. Moda iskelesine vapurlar daha seyrek uğruyor artık. Çarşı esnafı küçük lambalarını gittikçe daha erken saatlerde yakıyor. Akşam inerken sebzelere serpilen su, yıkanmış taşların buğusuna karışıyor. Her yer deniz. Yakında kış gelecek. Oysa yaz dendi mi hep o: Ada’da, keskin akasya kokusu, Boğaz’da, denizli ıhlamur kokusu, arnavut ciğeri, rakı, balık kokusu. Ev hiçbir şey kokmuyor. Ev, yalnızlık demek. Kış demek. Kış gecelerinde Kule’sini bulmaya çalışıyor: Yol öyle uzak ki. Ama Cevizlik'teki Kule, her keresinde, çanlarıyla eğilip yanaklarından öpüyor onu. Yanımızdan Malboro Sigaralı bir şövalye geçiyor. İhtiyar garson, bardakları topluyor bir yandan. -Şenliğe geleceksiniz değil mi? İsterseniz size bir garson önlüğü ayarlarım. Pörsümüş, ihtiyar kadın kahkahalarıyla sarsılıyor. Buradan nereye gidebilirim? Gece daha bitmedi. -Bir tek yer var bence. Bütün gece açıktır. Bir bar. Az ötede. Kime sorsanız gösterir. La Derniére Hallucination.
Tomris Uyar
Tomris Uyar
-
Yaza Yolculuk
Yaza Yolculuk
92 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.