Gönderi

Yabu
“Kaç yıldır görmüyorsun buraları?” diye sordu Enver. Gözlerimi kerpiç damlarda, demiryolu boyunca uzanan tel örgüde, tel örgünün arkasındaki Suriye toprağında ve daha ötede, akşam karanlığına gömülen Resulayn kasabasında gezdirdim bir süre. “On iki yıl,” diye mırıldandım. Sonra, on iki yıl adını verdiğim zaman dilimi, içinde taşıdığı on iki yıllık yaşamın tortularıyla birlikte aklımdan çekiliverdi de, ben bu kasabadaki askerlik günlerime dönmüş gibi oldum birden. Kendimi, at kişnemelerinin, koyun sürülerinin, kurşun seslerinin ve çay balyalarının arasında buldum bir bakıma. Şakaklarım zonkluyordu. Korkuyu çoğaltmaktan başka hiçbir işe yaramayan ölüm kokulu geceler, yaralı bir kaçak atı gibi alnıma yıkılıyordu sürekli. Eziliyordum altlarında. Tel örgüde kalan kanlı bir poşu, mayınlı sahada inleyen kurşunlanmış bir at, bulgur pilavına uzanırken duraksayan bir arkadaş eli, ya da geçip giden trenlerin ardı sıra akıp giden yüzlerce bakış karşısında duygularımı söze ve yazıya dökemediğimden, körelme denen en aptal ölümü yaşadığımı düşünüyordum. Yalnızca et ve kemik toplamı hâlinde yaşadıkça, gözlerim namluya, parmağım tetiğe dönüşüyordu. “Daldın gene,” dedi Enver. Birer sigara yaktık. İlk nefesleri çekmiştik ki, biri hıçkırmaya başladı karanlığın içinde. Hıçkırıklar boğuk ulumalara dönüştü sonra. Enver'e baktım soran gözlerle. “Yabu bu,” dedi ağzındaki dumanı kayıtsızca üflerken. “Her gece ağlar.” “Neden?” diye sordum. “Ağlar işte,” dedi. Ağlamak, bir tür işaretmiş Yabu için. Kimsesiz bir ihtiyarmış; her gece dam başında oturur, gözlerini Resulayn'ın ışıklarına diker, sonra da şafak sökene dek sigara içermiş. Sigarası kalmadığında, ya da yıllardır çektiği yalnızlık birdenbire büyüyüp boğazına düğümlendiğinde de, birisi yanına gelsin diye ağlamaya başlarmış böyle. “O hâlde gel yanına gidelim,” dedim Enver'e. Daracık sokaklardan yürüyüp dama çıktık. Ayak seslerimizi işitince sustu Yabu, sırtını kerpiç bacaya verip yüzünü Suriye'ye döndü. Bizi görmezlikten gelişini görmezlikten gelerek, minderlerimizi serdik yanına. Önüne sigara paketi koyduk. İlk sigarayı ateşleyince, sakalındaki titreme durdu, yüz çizgilerine biriken akşam karanlığı azaldı biraz. Çıplak ayaklarını karanlığın içine uzattıktan sonra, ağır ağır konuşmaya başladı Yabu. Sözü saatlerce kimseye vermedi. Her şeyi daha önce Enver'e anlatmış olmalıydı ki, her tümcesini benim yüzümde noktalıyor, enseme, kulağıma sigara dumanları püskürterek geçmişini yeniden yaşıyordu. Sigaranın birisini söndürüp birini ateşleyişine bakarak, anlattığı için mi içiyor içtiği için mi anlatıyor diye düşünürken, onunla birlikte yıllar öncesine gidip gidip geliyordum. Anlattığına göre, eski bir kaçakçıymış Yabu. Gençliğinde ceylan gibi sekermiş mayınların arasından, kurşundan hızlı, taştan korkusuzmuş. Yıllarca bu yakadan o yakaya gidip gelmiş de, yalnızca bir kez korkmuş mayından ve jandarmadan. Korktuğu geceyi dün gibi hatırlıyormuş. Yükü ne çay balyasıymış o gece, ne de ipek çuvalı. Resulayn'a götürülecek bir gelinmiş yükü. Gelin de, varı yoğu Biricik Gazel'i. İki atla inmişler Habur deresine. Ay burnunu bulutlara gömünceye dek, atların çenelerini avuçlarının içinde tutarak beklemişler söğütlerin kuytusunda. Devriye araçlarından tutulan ışıldaklar Mezartepe'nin arkasında kaybolup da gökyüzünü yalamaya başladıklarında, atlarını yedeklerine alıp tel örgüyü aşmışlar. Resulayn'ın ak sıvalı evlerine yaklaştıklarında, horozlar ötüyormuş. Şalvarları rüzgârda uçuşan düğün kalabalığı karşılamış onları. Ertesi gün, kuşluk vakti başlamış düğün. Dört kişiyle taşınan pilav kazanları ateşe sürülürken, zurnayla davulun sesi göklere yükseliyor, bir yanıyla Halep'e doğru rengârenk bir bulut hâlinde yayılıyor, bir yanıyla da Ceylanpınar sokaklarını aşıp ta Urfa'ya kadar ulaşıyormuş. Üç gün üç gece süren düğünden sonra Türkiye'ye dönmüş Yabu. Resulayn'ın çıkışına kadar Gazel'le kocası da yürümüş onunla. Ayrılık vakti geldiğinde, gecenin orta yerinde durmuşlar. Ellerini öperken iki boncuk gözyaşı düşürmüş de, “Gayrı elini öpmem güçtür babo,” demiş Gazel. Dediği de olmuş, o geceden sonra yıllarca öpmemiş babasının elini. Babası da, şöyle kollarını açıp bir kez olsun sarılamamış kızına. Sonra, gözleri karanlığı delmez olmuş Yabu'nun. Gücü azalıp eti gevşeyince, bırakmış mayın üstünde can gezdirmeyi. Gözlerinin kandili körelmiş ama, kulakları dipsiz kuyular gibi derinmiş hâlâ. Şimdi, dam başında bizimle otururken bile, beş kilometre ötede bir tüfeğin kurma kolu çekilse, bir jandarma kibrit çaksa, bir başkası iç çekse, ya da bir kerpeten tel örgüyü kırt diye ısırsa, kolayca işitebilirmiş. Ama, kimse inanmazmış buna. Zaten onun dediklerine inanan kalmamış artık, herkes önünden arkasından, deli diye homurdanıyormuş. Umurunda değilmiş Yabu'nun, varsın homurdansınlarmış. Alışmış artık deli sıfatına, çünkü on iki yıldan beri torunu yaşındaki çocuklar bile böyle sesleniyormuş ona, dil çıkarıp göz belertiyorlar, toplanıp taş atıyorlar, sigara verelim mi sigara diye bağırıp damarına basıyorlar, ya da yanılıp sokağa çıksa, ceketinin ucuna uçurtma kuyrukları bağlıyorlarmış. On iki yıl önce ne mi olmuş? Önce, karısı Yade'yi yitirmiş Yabu. Güneşin kasabayı kızgın tava gibi cızırdattığı bir öğle üzeri, seyyar jandarma bölüğünün çöp bidonlarından makarna artığı toplarken yıkılıvermiş Yade. Kucağındaki naylon torbalarla başörtüsünü bidonların dibinde unutarak, saçlarını uçuştura uçuştura sırtlayıp getirmişler eve. İşte şu kırık camlı odaya yatırmışlar. Topladığı makarna artıklarının görüntüsünü gözkapaklarının içinde tutup öteki dünyaya götürecekmiş gibi, gözlerini hiç açmamış Yade. Yalnızca eliyle “gel gel” edip Yabu'yu yanına çağırmış da; “Üç gün sonra bayramdır, tel örgüye gitmeyi unutmayasın herif,” diye fısıldamış. Bayramın ilk günü, herkes gibi onlar da giderlermiş tel örgüye. Sınırın elli, altmış adım gerisindeki kalabalığın arasına girip saatlerce bekleşirlermiş. Tel örgünün dibindeki jandarmalar onların ellerindeki hediye paketlerine, onlar da jandarmaların yüzüne bakarlarmış uzun süre. Sonra, bekleşenlerin akrabaları görünürmüş Suriye'den, düzlüğü iri adımlarla yürüyüp çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, sınıra yığılırlarmış. Ardından da, bu yakadan o yakaya, o yakadan bu yakaya bağırarak bayramlaşırlarmış. Yabu'yla Yade, Suriye toprağındaki kalabalığın içinde kara pürçekli torunlarını gözleriyle arayıp bulurlar, şeker paketlerini havaya kaldırarak, bayram hediyenizi aldık kurban, işte işte, derlermiş. Şekerlere uzanıp yanaklarını şişire şişire yiyemeseler de, sevinirmiş çocuklar. Ellerini kollarını sallayarak, öperim dede, öperim nine, diye uçuşurlarmış. Tel örgüye ve ikişer adım arayla duran jandarmalara rağmen,gün boyu sürermiş bu cıvıltı. Güneş batarken, hediyelerini alıp veremeden, sarılıp öpüşmeden, her iki taraf da ayrılıp evlerine dönermiş. Yade öldükten sonra, tek sözcük konuşmadan, dam başında üç gün oturmuş Yabu. Torunlarına, ninelerini mezardan çıkarıp götüremezmiş ama, bayram şekerini kesinlikle götürmesi gerekiyormuş. Nereden para bulurum diye düşüne düşüne, tam üç gün sakalını didiklemiş durmuş bu yüzden. İçinde karıncalar gezinen meşin cüzdanını nereden bulmuşsa bulmuş, sabah akşam duvarlara çarpmış. Bayram sabahı da, çöp bidonlarına koşmuş erkenden. Sınırın ortasında kalakalan şaşkın tavuklar gibi, bidonların arasında gezinmiş bir süre. Sonra, paketin içinde şeker bile götürsem nasıl olsa torunlarıma veremeden geri getireceğim diyerek, boş bir kutu bulmuş. Ardından da, içine ot doldurup özene bezene sarmış. Yabu sustu birden. Sakalı titremeye başlamıştı. Hıçkırarak sigarasını damdan aşağıya savurdu. Derken, hıçkırıklar uzun ulumalara dönüştü yine. Bir süre, Enver'le boşuna bekledik ağlamanın kesilmesini. Yabu'nun bu kez kendisi için ağladığını anlayınca, sigara paketlerimizi orada unutmuş görünerek yavaşça kalktık. Enver'in evine kadar hiç konuşmadık. Kapıyı Sumru açtı. “Uyumadın mı sen?” dedi Enver. “Ödevimi yapıyordum,” diyerek elindeki kalemi gösterdi Sumru. İçeri girip salondaki koltuklara gömüldüğümüzde, gözlerini gözlerime dikerek; “Bir şey mi oldu, çok durgunlaştın,” dedi Enver. “Yabu'nun anlattıklarını düşünüyorum,” dedim ona. Kısa bir sessizlik oldu. Derken dayanamayıp sordum; “Sonunu biliyor musun o öykünün?” “Bilmiyorum,” dedi Enver. Kalkıp yeni bir sigara paketi aradı salonda. Geri döndüğünde; “Bilmiyorum,” dedi yeniden. “Bildiğim şu ki, Yabu'nun tuhaflığı o bayram sabahından sonra başlamış.” İçimi çektim birden. “O gün, tel örgüde nöbetçiydim ben,” dedim Enver'e. “Suriye'den gelenlerle Türkiye'dekilerin görüşmesi ve hediye alıp vermeleri ilk kez serbest bırakılmıştı.”
·
66 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.