Gönderi

172 syf.
9/10 puan verdi
·
Read in 5 days
Bernhard'ın anlatım şekline, kendisinin eserlerini okudukça daha da çok alışıyor insan ister istemez. Çünkü basit bir anlatım şekli değil bu. Bir yazar yazdığı metnin anlatımını kendi çapında zorlaştırabilir. Bunun amacı süslü bir anlatıma erişmek olmamalıdır. Kimi yazar böyle yapar; süslü anlatım biçimleri kullanarak eserinin okunabilirliğini zorlaştırır, okuyabilenler o yazarı över. Bir övülme kaygısı gütmedir aslında bu bir nevi. Süslü, konuyu derinleştirmekten çok, konuyu uzattıkça uzatan bir anlatım biçimidir bu bahsettiğim. Fakat Bernhard'da durum böyle değil kesinlikle. Bernhard, önceki incelemelerde de altını çizmeye çalıştığım gibi çoğu şeyi derinleştirici bir anlatım biçimi ile aktarıyor bizlere. Bir yazı dizisinde okur açısından derinleşmek kolay bir olgu değildir. Herkesin okuma kapasitesi de aynı değildir, uzun süre oturup okuyanlar vardır, ağır kitapları sindirmek için yavaşça okuyanlar vardır, bu gibi birçok tür okur. Ben şahsen Bernhard'ın ilginç bir şekilde tüm okur gruplarına hitap ettiğini düşünüyorum. Okuru derinlere sürüklüyor ama bunu zorla yapmıyor. İşte bunu zorla yapan yazar aslında herkese hitap etmeyendir. Bunu okuyucu kendi isteği ile yapıyor ve Bernhard da ona geri kalan yolu gösteriyor sadece. Bu bağlamda, okuru zincirlemek gibi okuru zorla derinlere çekmeye çalışan bir yapı yok. Bernhard aktarış biçimi ile bunu yapıyor ve bir anda kendinizi, kendi isteğinizle derinliklere gömülmüş halde buluyorsunuz. Tabii bunun da farkındasınız elbette, sizi derinlere gömme konusunda Bernhard sadece bir aracı görevi görüyor burada. Ama o ilk derinlere gömülme anından itibaren artık yukarı çıkamaz hale geliyorsunuz. O derinliğin dibini görmeden yukarı çıkarsanız, aklınız daima derinlerde kalacak. Bir yandan da derinlerde olmak insana ağır geliyor. Sonra bir düşünme sancısı sarıyor zihninizin dört bir yanını, ta ki kitap sona erene dek. Ama her zaman belirtmeye çalıştığım gibi, eğer söz konusu Bernhard ise bu sancılı süreç sonuna dek çekilmeye değer. Eserde iki bölüm bulunuyor. İlk bölümde doktor ile oğlunun günlük gezintilerinden biri, ikinci bölümde de bir prensin hastalıklı zihin yapısını incelediğimiz uzunca bir monolog anlatılıyor. Bu yazım biçimi aslında dönemine göre oldukça yenilikçi ve aykırı bir yazım biçiminin olmasının yanında, Bernhard yine biz okurların yüzüne birçok gerçeği bu yazım biçimiyle de acımasızca çarpıyor. Bir yazar eğer etkili olmak istiyorsa iyi niyetli olmamalıdır. Başka bir deyişle acımasız olmalıdır. Okurunu gönlü rahat bir şekilde zihinsel sancılara sokabilmeli, anlattığı şeylerin dehşetini olduğu gibi aktarmalıdır. Çünkü dehşet bir söz ustalığıdır. Yazarın okuruna kendi içine düştüğü dehşeti yansıtıp yansıtamadığı oldukça önemli bir noktadır. Bu dehşet sayesinde insan kitabın derinliklerine ulaşabilir, derinliğin dibini görmeden rahat edemez hale gelir. Bu rahat edememe hali de kitaptan haz aldığımız anların bütünüdür bana göre. Aslında bu, günlük hayatımızda bizim çokca kaçındığımız bir konudur, oldukça da önemlidir. Dehşet verici, tüylerimizi diken diken edecek konu üzerinde herhangi bir kitap, film ya da bir sanat eseri görsek hemen ondan kaçınırız; bu dehşet gerçek hayatı çıplaklığıyla yansıttığı için buna katlanabilmek bize zor gelir. Ayrıca bu türden sanat faaliyetleri çokca da kınanır, çünkü toplum dehşeti kolay kolay kaldıramaz. Ama doğru olan bu değildir. Sanat eserlerinde güzel şeylerin yansıtılması gibi dehşet verici, kötücül şeylerin de aktarılması gerekir. Eğer böyle olmasaydı sanatın kendisi de iki yüzlülükten başka bir şey olamazdı. Sadece iyi şeyleri bize gösteren kötü şeyleri yok saymaya çalışan rezil bir oluşum olurdu. Ama asıl sanat bu değildir. Bize gerçek hayatta görmek istemediğimiz şeyleri de göstermeli ki, bizi dehşete düşürmelidir ki, toplumda kaçınılan iğrenç olayların temelinin aslında bu olaylardan kaçınıldığı için, biz onları unutmaya çalıştığımız için oluştuğunu anlayabilelim. Bu açıdan bir sanat eserinin görevi hem insanın hoş estetik duygularını tatmin etmesi hem de onu dehşete düşürmesi olmalıdır. İşte Bernhard'ı ben edebiyat dünyasında bu noktada görüyorum. Bizleri cesurca dehşete düşürmekten çekinmeyen aykırı bir yazar. Biz toplumu oluşturan bireylerin, birbirleri arasındaki ilişkilerin bile aslında ne denli uzak olduğunu söylüyor bizlere ilk olarak Bernhard. Bu bağlamda, bir kişiyi nihai olarak tanımak (en azından tanımaya çabalamak) bazı durumlarda o kişinin ölümünden sonra daha mümkün hale geliyor. Belki bu durumda bile tanıdığımızı iddia edemeyeceğimiz bir insanı en azından daha az yanlış olarak tanımış oluyoruz Bernhard'a göre. Gerçek hayatta da bu böyle değil midir? Bir insan, hayatı boyunca anlaşılamayan biri, ardında bıraktığı şeylerle ancak, daha yeni yeni anlaşılabilir hale gelmiştir. Çünkü ölüm insanlar arasındaki gerçekleri açığa çıkaran etkili bir etmendir. Ölüm, soğukluğu ile insanları kendine getirir. Ölen bir insanın ardından bu yüzden çoğu şeyi daha az yanlış şekilde görebilir hale geliriz. Bir ciddiyettir ölüm. Resmiyet gibidir; resmiyet bile gerçek hayatta yapmacık iken, aşırı derecede resmiyet içeren ölüm kavramından sonra insanları anlamaya gerçekten de yakın olur muyuz? Birlikte olduğumuz insanlarla gerçekten birlikte olduğumuzu ancak onlar öldükten sonra mı anlarız mesela? Bu biraz da insanın düşünme biçimi ile ilgili. İnsan beyni sonuç odaklı işler. Yakınımız olan biri öldüğünde, zihnimizdeki sonuç gerçekleşmiş olur, (her sonuç iyi olmak zorunda değildir, ölüm de bir anlamda nihai sonuçtur) böylece geriye dönüp o kişiyle olan bağımıza göz attığımızda sonucu tamamlanmış bir olaya bakmış oluruz aslında. Bu yüzden daha anlaşılabilirdir. Sonucu tamamlanmış şeyler insanın zihninin işleyiş biçimi açısından her zaman daha anlaşılabilir haldedir. Eserin ilk kısmında öğrendiğimiz üzere, doktorumuzun eşi de yıllar öncesinde yaşama veda etmiştir. Doktorun ölen eşini daha ayrıntılı ve derinsel biçimde hatırlayabilmesi belki de bu yüzdendir. Anıların silikleşmesi ilkesini söz konusu etmezsek eğer, bir insanı, o insan nihai sonucuna vardığında daha ayrıntılı olarak anımsayabilir ve tarif edebiliriz. Bu açıdan en yakın olduğumuz insanlara bile aslında ne denli uzağızdır, işte Bernhard okurunun bunu düşünmesini sağlıyor. İnsanların birbirine olan uzaklığından bahsetmesinin yanı sıra Bernhard bunun zorluğundan da bolca söz ediyor. Buna göre, hayatın kendisi bir yakınlaşma çabasından ibarettir ona göre, ilk başlarda umutla, neşeyle bakabildiğimiz bir çaba. Ancak yıllar geçtikçe ve daha çok şey anladıkça bu çaba bize de umutsuz gelmeye başlayacaktır. Birbirmize ne kadar yakın olduğumuzu düşünsek de aslında tamamen yalnız durumdayızdır. Bu, insanı salt cinnete sürükleyen etmenlerin başında gelir. Zihinsel olarak tecrübelenmiş insanlar bu cinneti aslında içlerinde daimi olarak taşırlar. Ne zaman bir yakınlaşma çabası görseler bunun anlamsız olduğunun bilincinde olacaklarından dolayı hayatsal bağlamda dışarıdan pek fazla umutlu gözükmezler. Bilgisel manada insanın kendini bilmesi, bilmeye çabalaması elbette ki mutluluk vericidir, ama zamanla insan mutluluk kavramının da değişkenliğinin ve üstteki bahsettiğimiz gibi şeylerle ne kadar da imkansızlaştığının farkına vardıkça, hayatı boyunca kendisinin yakasına yapışacak olan bir cinnet ile karşı karşıya kalır. Zaten ikinci bölümdeki prensimizin muzdarip olduğu şeylerden biri de bu yaşamsal manadaki cinnetir. Yaşamak cinnet verir, öfke gösterilemeyen, insanın kendi içinde sessiz çığlıklar atmasına yol açan bir cinnet. İnsanların birbiri ile uzaklığı konusu kimi kavramları daha da zorlaştırır Bernhard'a göre. Mesela empati kavramı. Biz insanları düşünüp anlamaya çalışırken aslında bir nevi onları bizmişiz gibi düşünürüz. Evet, elbette ki kendimizi o kişinin yerine koyma çabası vardır, ama bu yerine koyma bizi, yerine konulmaya çalışan insan yapamaz. Empati de aslında kendini tam olarak öbür insanın yerine koymak değildir, ama empati kavramı bu bağlamda bakıldığında imkansızlaşır Bernhard'a göre. Biz kendimizi karşımızdaki insanın yerine koymaya çalıştığımızda bile aslında benlik kavramımız zihnimizde bulunur. Benlik kavramını söküp atamayız zihinden, dolayısıyla empati yapmaya çalışırken dahi, farkında olmasak bile kendisinin yerinde düşünmeye çalıştığımız insanda bile kendimiz oluruz. Bu, insanları incelemeyi de son derece zorlaştıran bir kavramdır. Bu açıdan da düşündüğümüz şeylerin, aslında düşündüğümüz şeylerden çok daha farklı olduğu gerçeğini en başta kabullenmek gerekiyordur belki de? Bu gerçeği kabullensek bile daimi bir kesinleştirilememe olgusu hayatın içine kara bir leke gibi yerleşir. İnsanlara ya hayatın başlarında bu durumun böyle olmadığı öğretilir, insanlar sonradan hayal kırıklığına uğrar ya da insanlar hayatlarının ilk anlarında gereksiz bir derecede pozitif düşünürler. İnsan olmak zor. Tarafsız bir tartışmanın insanlar arasındaki önemine de dikkat çekiliyor. Tarafsız bir tartışma yapılmak isteniyorsa şayet her türlü olguya, değere acımasız ve soğuk bir biçimde yaklaşılmalıdır. Tarafsızlık beraberinde soğukkanlı düşünce sistemi ve acımasızlık getirir. Acımasızlık kötü bir anlamdaki acımasızlık değil bu bağlamda; bir değere karşı hiçbir şekilde zaafın bulunmaması durumudur. Örneğin insanın kendisinin de bir parçası olduğu bir milleti, kendinde o millete karşı herhangi bir zaaf hissetmeden incelemesi daha az yanlış olandır. Eğer bir olguya yakınlığımız ve zaafımız varsa o olguyu olduğundan farklı görmek bizler için çok daha kolaylaşır. Bu risk, tarafsız tartışmalarda alınılmaması gereken bir risktir. Zaten yazarlığın kendisi de eserde, doğayı kirletme olarak görülüyor. En iyi eserler bile sadece doğayı daha az kirletmiş olanlardır. Doğayı kusursuz olan olarak kabul edersek, yazarların bunu anlatma çabası daima doğayı kirletmenin farklı açılardan tasvirleri olacaktır. Doğa, sadece ilk akla gelen anlamı değil, her çeşitten doğa kavramıdır: Psikolojinin doğası, insanın doğası, ahlak kavramının doğası, bunlar gibi mesela. Kavramları kirlenecekler diye korkarak kendimizi olmamız gerekenden daha yumuşak kılmak bir düzenbazlıktır bu bağlamda. Gerçekçilik açısından bakacak olursak, insanların büyük bir kısmı kolaylıkla sahtekar damgası yiyebilecek insanlardır Bernhard'a göre. Eserin ilk kısmında, doktor ile oğlu köylerinde hastaları ziyaret ederlerken bu olayın bir benzerine de tanık oluruz. Bu bağlamda bazı şeylerin farkında olan insan bile kusursuz olamaz. Bir şeylerin farkında olmak, "toplum yanlış içinde yüzüyor" demek bir insanı kusursuz kılmaz. Bazı insanlar en çok bu yanlışa düşüyor çağımızda; farkındalık kavramı mükemmelleştirici bir kavram değildir, onların sandığının aksine. İnsan farkında olur ki kendi kusurlu yapısının da farkında olabilsin. Doktor bir hasta ziyaretinde, kötü durumda olan, yatalak bir hastasına dağdaki havadan ve ağaçların o anda mevsimsel olarak renk değiştirmesinden bahseder. Bu aslında trajik bir olaydır. Müebbet cezası olup da hapishanede olan resim yeteneği olan bir insanın, özgürlük temalı tablolar çizmesi (mesela bir dağ manzarası ya da göl kıyısı resmi) gibi bir olay. İnsanın içini acıtan ama insanın zaman zaman daha da kusurlulaşmasını gerekli kılan bir olay. Belki bir yerlerde müebbet cezasına çarptırılmış olup da hapishane resimleri ve daha boğucu tablolar çizen insanlar da vardır ama onlar da elbette ki kusursuz değillerdir. Bir hayatta kalma içgüdüleri olarak bizim bilmediğimiz bir kusurlu yanları vardır elbette. Bu açıdan insanın kusurlu bir varlık olmasının gerekliliğini de görüyoruz. Bu açıdan insanın kusurlu olması aslında bir hayatta kalma, hayatı karşılayabilme içgüdüsüdür. Ölümcül bir hastaya dağın havasından söz edilir, çünkü hasta artık onlara erişemeyecek halde bile olsa onları duymaya ihtiyacı vardır. Kitabın ilk bölümü sona erdiğinde; doktorun ve oğlunun köydeki hastaları ziyaret etmelerinden sonra uzun bir monoloğun bulunduğu prensin bölümü başlar. Aslında tam olarak da ayrı değildir bu bölüm. Doktor ve oğlu bu sefer de prensin yanına gitmişlerdir, ama bölümün çok büyük bir çoğunluğu prensin monoloğundan ibarettir. İşte tam da bu bölüm kitabın vazgeçilmez hale geldiği anlardan biri. Hani başta bahsettiğimiz gibi, derinliğin dibini görmek gerekliliği burada zihnimizi kemirmeye başlar ilk olarak. Bernhard'ın herhangi bir eserinde devlet kavramına saldırılmadığını şu ana dek görmedim. Bu eserde de sıkça devlet kavramına bir taşlama söz konusudur. İntihar eden devletlerden bahseder mesela; devlet her şeyi mahveder, devletleriyle başa çıkamayan insanlar da onu mahvederler. Bu aslında bir nevi dünyasal manada devletlerin ayakta kalmasıdır. Diktatör bir rejim ülkeden gider, ülke ferahlamış ve rahatlamıştır. Bir süre sonra da insanlar aşırı derecede rahatlamaya başlar ve birileri yine insanları kısıtlamak ister. Sonra yeniden aşırı bir kısıtlama evresi gelir, bu böyle sürüp gider. Bir ülkeyi hem devlet hem de insanlar dönüşümlü olarak batırırlar. Ama elbette ki devletlerin yükselme dönemleri de olur. Ayrıca çok önemli bir konudan daha söz ediliyor: İnsanları bir düşünce akımına kolayca sokmak mümkündür. Herhangi bir -izm'e kapılan insanların aslında büyük çoğunluğu o -izm'in aslında ne olduğunun farkında bile değildir. Tıpkı bir futbol takımını tutmak gibi, insanlar da bu -izm'i tutmak zorunda hissederler kendilerini. Bu bağlamda da insanlar kendi bahsettikleri şeyden bile uzaklaşır hale gelirler. Prensin kendisi de bu açıdan birçok örnekten söz ediyor. Ona göre insanların tümü bir konuşma sanatından bahsediyorlardır ama hiçbiri de bu sanattan haberdar değildir. Bu, başkalarının etkisinde kalan insanın bir tutumudur. Sürekli olarak yapılması gerek şeylerden bahsedilir ama yapılan her defasında çok daha farklıdır. Çünkü mantıklı ve tarafsız düşünebilme yeteneği insanların elinden alınmıştır artık. Gerek insanlar bu -izm'lere tek doğru yolmuş gibi sürüklendirilir hale getirilerek, gerekse de insanı zorlayarak. Kendi köşkünden bile örnek vermekten çekinmez prens: "Bu evdeki her şey mantıklıymış izlenimi yaratıyor, bu ev hakkında mantıklı bir ev olduğundan başka bir şey duymadım." Gerçekten de çağımızı yansıtan bir düşünce! Prens, ilk başta bahsettiğimiz daimi bir cinnete yakalanmış durumdadır aslında bir nevi. Doktor her ne kadar onu 'deli' olarak tanımlasa da, doktorun oğlu da "onun gerçekten de deli olduğu anlaşılıyordu" dese de bu delilik değildir. Ya da birilerine göre deliliktir, kim bilir? Zaten bazı insanlar sürekli bu 'birilerine' göre delidir, çıldırmıştır ya da aptaldır. Her neyse konumuza dönelim. Prens bu cinnet durumunun içine düştüğü için hayatı artık normal insanların gördüğünden daha farklı (belki de daha doğru?) görmeye başlamıştır. En basitinden şöyle düşünceler hakimdir prense: Anlatılan her şeyin açıklamasının gerekliliği ya da dünyanın parçalanmasının her an normal olduğu izlenimine kapılma düşüncesi. Bunlar ilk başta toplum için ilk başta delice gelen ama derine inildikçe fark edilen çarpıcı gerçeklerdir. Her insanın kendine özgün bir felaketi vardır ve insan kendi 'insani' felaketi olmassa var olamaz. Prensin de felaketi içinde bulunduğu cinnet ve dehşet durumudur. Aslında prensin düşünceleri şu ya da bu şekilde işaret edilip gösterilemez. Monologta onlarca birbirleri ile bağımsız düşünceler geçer. Bunları tek tek değerlendirmek bir nebze mümkün olsa da bütünsel olarak değerlendirmek, bizlere bu cinnet kavramı yabancı geldiği (çünkü böyle bir cinneti yaşamamışızdır) için oldukça zordur. Peki ya bir insanı (mesela prensi) doğru olarak anlayabilmek? İmkansız. Dünyasal manada toplumların ve bireylerin durumunu göz önünde bulundurursak dehşet duymamak elde değildir. Bu açıdan dünyanın parçalanması düşüncesi de bize olağan gelmeye başlar. Bizler günümüzde insanlık olarak, prensin de bahsettiği üzere, o denli başkalaşmış durumdayız ki, dünyanın kendisi dahi bize göre alıntılardan ibaret hale geldi artık. Dünyayı tanımlamak için genel olarak çok tembeliz artık. Buna ne gücümüz ne de zihinsel çaba gösterebilecek hırsımız var. Bir düşünceye ulaştığımızda bile, "bu düşünce zaten daha önceden birileri tarafından kesin düşünülmüştür" diyoruz! Herhangi bir konu hakkında yazı yazdığımızda aklımıza ilk gelen şey, "bu konu hakkında zaten daha önce onlarca yüzlerce yazı yazılmış, o halde ben neden yazayım ki" şeklinde düşünceler oluyor. Hayır. Her insan özeldir. Bir düşüncenin her insana karşı farklı bir yönü vardır. Hiçbir insan ya da hiçbir düşünce tek yönlü değildir. Mesela bir kitap söz konusu ise, bu kitabı okuyan yüz kişi varsa, yüz tane birbirlerinden tamamen farklı düşünce ortaya çıkar. Ama biz bu farklılıklara artık inanmıyoruz. Çünkü tektipleştirilmiş hale gelmişiz ya da artık buna müsait bir yapımız var. İnsan tektipleştirilemez. Prens bu açıdan dehşet duymakta sonuna kadar haklı. Dehşet de duyulmalı zaten. Bernhard'ın bazı kavramlara saldırması o kavramlara kin duyması sebebiyle değil bu yüzden. Dehşet duyulması gereken bir şeyden bizim de dehşet duymamızı sağlamak için. Ayrıca prens şundan bahsediyor: İnsanların geçmişten bu yana geliştirdikleri iki, ona göre rezil içgüdüden; alışveriş yapma ve tüketimden. Bu bağlamda bakacak olursak modern çağda insanın tektipleştirilmesi kadar kolay bir şey olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Yapmamız gereken ilk şey, o bahsettiğimiz tarafsızlık ile kavramlara bakabilmek. Mesela acımasızca bakabilmek, alışveriş ve tüketim kavramlarına. Evet biz insanlar bir şekilde alışveriş yapıyoruz ama bu modern düzene kurban edildiğimizi ya da her şeyin farkında olduğumuzu kanıtlamaz. Çünkü biz insanız, kusurlu varlıklarız, eleştirdiğimiz bir şeyin içerinde dolaylı olarak bulunabilme ihtimalimiz sürekli olarak bulunur, çünkü eğer bu ihtimal olmasaydı, kusursuz varlıklar haline gelir ve yapılan eleştirinin bir anlamı kalmazdı. Ama Bernhard'ın çok sevdiği deyimi ile 'daha az yanlış' bir biçimde yaşamaya çalışmak olmalıdır amaç. Çünkü hiçbir zaman yanlışsız olamayız. Biz insanlar daha doğuştan bazı şeylerin içine sıkışıp kalmışızdır. Harfler. İnsan harfler aleminde doğmaya mahkumdur. Prensin dehşete düştüğü bir nokta da şudur; insan duygularının harflerden üstün olmasının ağırlığı. Kendimizi harflerle, onların oluşturduğu kelimerle, onların da oluşturmuş olduğu cümlelerle ifade etmemiz bizi gerçekten de tam olarak yansıtmış olamaz mı? Peki ya öldükten sonra bizden arda kalan şeyler düşüncelerimizin kelimelerle ifade edilmeye çalışılmış hali olmayacak mı? Bu aslında oldukça yoruma açık bir konu. İnsan beyni sadece salt kelimelerle mi yoksa kelimeler dışında imgelemelerle de mi çalışır, bunun çözümünü bulmalı ilk önce. Belki de imgelemelerin kendisi de kelimelerden oluşmuş şeylerdir? Ama şu fikir beni derin bir şekilde düşünmeye zorladı: Bazı zamanlar kendimizi ifade etmek için kelimelerin yeterli olmaması, kelime dağarcığımızın azlığından mı kaynaklanır, yoksa kelimeler tümden insanı tamamen ifade edebilmek için yetersiz mi kalıyor? Eğer ikincisi doğru ise, daha bizlerin birbirini doğru olarak anlaması bile imkansızken, bunun yanında kendimizi dahi tam olarak ifade edemememiz olağanüstü dehşet verici olacaktır. Prens dehşet duymakta haklı gibi görünüyor. Prensin farkı, toplumun aksine, varoluş sorunsalını daimi olarak yaşamaya başlamış olmasıdır. Toplumdaki birçok birey sadece varoluş sorunsalı aklına geldiği anlarda felsefi olduğuna inanır ya da bu şekilde düşünmeye çalışır. Çünkü toplum kendi doğasını tanımaktan uzaktır. Toplumun kendine göre daha önemli işleri vardır ona göre; üstte söylediği gibi alışveriş yapmak ve tüketim belki de? Ama prens bu durumu daimi olarak yaşıyor, çünkü o, sürekli olan cinnete yakalanmış bir kere. Hiçbir doktor tedavisi ile düzeltilemeyecek bir zihin hastalığına. Bu açıdan prens ve prens gibi insanlar hayatları boyunca sürecek olan bir kendilerini anlaşılır kılma çabası içersinde olacaklardır. Sarsıntı, insanın farkına varma dehşetidir. Prensin bu cinnetine bütünsel olarak isim vermemiz gerekirse, kitabın konusuna göre bu sarsıntı olurdu. Prensin yaşamış olduğu (ya da belli bir noktadan itibaren yaşamaya mahkum olduğu) bir sarsıntı hastalığı. Zaten Sarsıntı da bu hastalığın bir tasviri gibidir. Hani "ateşli hastalık" şeklinde tanımlamalar yaparlar ya çeşitli hastalıklar için. İşte bu hastalığın adı da sarsıntı; cinnetli ve dehşetli bir hastalık. Tedavisi yok.
Sarsıntı
SarsıntıThomas Bernhard · Yapı Kredi Yayınları · 2021768 okunma
··
589 views
Selman Ç. okurunun profil resmi
Giriş güzel bir Bernhard tanımı olmuş. Zorla hiçbir şey yapmıyor anlatmıyor. Göstere göstere, gözümüzün içine soka soka yapıyor bu anlatımlarını. Okurken fark ediyorsunuz zaten. Yer yer aynı kelimeler ama yerleri değişik şekilde kurduğu cümlelerle okura adeta bu dedirtiyor. "Bir yazar eğer etkili olmak istiyorsa iyi niyetli olmamalıdır. Başka bir deyişle acımasız olmalıdır. Okurunu gönlü rahat bir şekilde zihinsel sancılara sokabilmeli, anlattığı şeylerin dehşetini olduğu gibi aktarmalıdır." Bu kısımda şunu demek istiyorum Bir yazar okur için mi yazmalı yoksa okura mı yazmalı? Yani okur ne der diye mi düşünmeli yoksa Bernhard'da da olduğu gibi kendi içine düştüğü durumu tüm çıplaklığı ile mi yazmalı? Tabii ki ikincisi. Muhtemelen senin de cevabın ikincisi olacak. O zaman incelemenden alıntıladığım bölüm gayet yerinde bir tespit. Yazar okur ne der diye düşünmemeli. Bende dehşet verici şeylerden kaçınma hali olmuyor pek. Ama genel itibariyle yazdıkların gayet yerinde. Toplum olarak bu gibi durumlarda direkt savunma mekanizmalarını devreye sokuyoruz. Böyle sanat olmaz vs gibi argümanlar sunuluyor. Tanıma konusunda da illa ölüm olması gerekmiyor kanımca. O kişiyi kaybettiğimizde tanımaya başlıyoruz aslında. Gerçi bu da bir nevi bizim için o kişinin ölümü demektir. Uzaklık konusunda da aslında ne kadar yakın olmaya çabalasak da hepimiz birbirimize uzağız ve yalnızız. Empati kavramına yaptığın yorum çok güzeldi. Karşıdakinin yerine kendimizi koysak bile yine de o kişide kendimizizdir. Bu bakımdan empati olayı da bir yere kadar var sanırım. Tarafsız bir tartışma mümkün değildir. En azından bu sitede diyeyim :) Bazı şeylere çok fazla anlam yükleyip sahipleniyoruz ki, onlara en ufak bir söz gelirse canavar kesilebiliyoruz. Bu yüzden ülkece de tartışma kültürümüz yoktur. Bernhard'ın devletlerle baya sorunu var. Eski Ustalar'da ciddi manada eleştirileri var. Hatta hakarete varan sözleri. "İnsan harfler aleminde doğmaya mahkumdur. Prensin dehşete düştüğü bir nokta da şudur; insan duygularının harflerden üstün olmasının ağırlığı." ve sonrasında sorduğun soru. Burada sanırım ben de ikincisi diyeceğim. Öyle anlar geliyor ki dağarcığımız ne kadar geniş olursa olsun söyleyecek bir şey bulamıyorsun. Bu da anlamadan kaynaklanıyor. Birbirimizi de anlayamıyoruz, kendimizi de. Kelimeler her şeyi anlatmaya yetmez bana göre. Bazen susarak da anlatırız ya bazı şeyleri o hesap. İnsan beyni salt kelimelerde çalışmaz, imgeler de vardır ancak imgeleri adlandırmak için yine de kelimelere ihtiyaç duyar. Burası da ayrı bir muamma :) Emeğine sağlık Aykut. Yine bir beyin fırtınası yaptım sayende. Hep yaz böyle. Teşekkür ederim.
Nympheutria okurunun profil resmi
Selman hocam güzel ve pek değerli yorumunuz için asıl ben teşekkür ederim. Kesinlikle ben de ikincisi derim sizin de tahmin ettiğiniz üzere. Zaten özgünlük, yaratıcılık beğenilme kaygısı güdülerek oluşacak şeyler değil zannımca. Bir de şunu düşünüyorum, Bernhard gibi yazarların, modern çağ yazarları aksine zaten öyle çok bir okura ulaşmayı düşündüğünü de sanmıyorum. Sanırım duyabileceği en iyi kaygı okur ne der kayıgısı değil, dehşeti yeterince iyi aktarabildim mi kaygısı olabilir, büyük bir ihtimalle. Hocam benim o paragrafı yazarken düşündüğüm bir film vardı biliyor musun; A Clockwork Orange. Mesela bu film ilk çıktığı zamanlar aşırı bulunmuş bir çok izleyici kitlesi tarafından. Ayrıca sansürlenmiş ve yasaklanmış da, yanlış hatırlamıyorsam eğer. Bu film (izlediğinizi düşünerek söylüyorum) gerçek hayatın vahşiliğini ve dehşetini gerçekten yaşatan bir filmdi. Ana hikayenin dışında filmin ilk yarısındaki bazı sahneler özellikle. Vahşet sahnelerini yönetmen (ya da yazar) izleyiciye (ya da okura) en iyi şekilde aktarabilmeli ki, sahnede aktarılan şey her ne ise bizi derinden sarsmalı rahatsız etmeli. Örneğin, tecavüzü kınıyoruz demekle ülke çapındaki tecavüz vakaları bitmiş olmuyor. Toplumun o derin sarsıntıyı yaşaması gerek bu sorunun çözülebilmesi için, sadece kınıyoruz diyip bir ay sonra da unutmakla sadece bu sorun değil, hiçbir sorun çözülmüyor maalesef. Tanıma konusunda tamamen katılıyorum size hocam, illa da bir ölüm olması gerekmiyor. Bir kişi hayatımızdan çıkıp gidebilir, ona bir daha asla ulaşamayabiliriz, böylelikle de o kişi bizim için ölü gibi olur. Ölüm etmeni yalnızca biraz daha etkili oluyor. Şu açıdan, kaybettiğimiz bir kişinin yokluğu ölen bir kişinin yokluğundan daha az derecede kesin olduğu için. Başka bir deyişle kaybettiğimiz kişi bir şey olup ileride belki tekrar döner diye de düşünmekten alamıyoruz kendimizi, ama ölüm konusunda daha kesin bir sınır çizilmiş olduğu için yalnızca biraz daha etkili. Ama sizin dediğinize de tamamen katılıyorum. Kaybettiğimiz bir kişiyi de kaybettikten sonra daha iyi anlar hale geliriz. Hocam zaten maalesef tarafsız bir tartışma ülkemizde ne yazık ki aşırı zor. Gerçek hayatta dahi, en bilgili gibi görünen kişilerle bile tartışmaya gelmiyor. Mesela bir öğretmen ile ya da öğretim görevlisi ile bir konuda tarafsız olarak tartışmaya kalkışsanız dahi size hemen belirli kavramlar yakıştırılıyor ve hemen yanlış anlaşılıyorsunuz. Tartışma sanatından bir nebze anlamayan insanların nasıl öğretmen ya da öğretim görevlisi olduğu da ayrı bir muamma tabi. Öğrenci hocasını geçmelidir gibi bir söz vardı, yanlış hatırlamıyorsam, bizde ise öğretmen üstte olmalı ve tüm öğrencileri ezmeli mantığı var. Ama Türkiye çapında nadir, çok iyi öğretmenlerimiz ve öğretim görevlilerimiz de var elbette. Ben de tıpkı sizin gibi düşünüyorum. Yıllar boyu kitap okusak yine de bir şeyleri tam olarak ifade edemeyiz bana göre de. Kelimelerin içine sıkışıp kalmamız da bu açıdan ayrı bir dehşet veriyor elbette. Ama bir yandan da insan bunu seviyor. Kelimelerle henüz kirletilmemiş olan saf, ifade edemediğimiz şeyler de var, diye düşünüyor bazen insan. Ama elbette ki bu konunun kendisi de bir muamma dediğiniz gibi. :) Ben teşekkür ederim Selman hocam tekrardan. Sizin sayenizde ben de beyin fırtınası yapıyorum pek değerli ve derin yorumlarınız ile.
2 next answer
Selman Ç. okurunun profil resmi
Yine uzunca bir yorum yazacağım. Önce iyice okuyup sindireyim. Kafamı toplayayım. Kör Baykuş biraz dağıttı.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.