Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

HAKAN ŞENOCAK --- KALBİYE'NİN GÜRÜLTÜSÜ
Bahçeye büyük bir gürültü düştü. Kalbiye, daha akşam olmadan içmeye başladığı biralardan sonra, arka bahçeye bakan salon penceresinin önündeki koltukta sızalı yarım saatten az olmuştu. Uzaktan kumandaya güçlükle uzanıp televizyonu kapatmış, üzerinden iki yudum içilmiş bira şişesini devirmeden halının üzerine bırakır bırakmaz da uyumuştu. Ama gürültüyü duymuştu işte. Belki, arka bahçenin derin sessizliğine alıştığı için. Toprağa, yeşil çimlerin üzerine düşen yumuşak bir varlığın, sanki bir kalbin gürültüsünü. Korkuyla açmıştı gözlerini. Kedilerin bile zor aşabildiği yüksek duvarlarla çevrili küçük bahçe, gecenin içinde ürkütücü bir mağara gibi karanlıktı. Kalbiye dışında birisinin bu bahçeye girebilmesi, ancak yukarıdaki balkonlardan aşağıya düşmesiyle gerçekleşebilirdi; bir kedinin duvardan aşağı atladığında çıkardığı ses de olmadığına göre, hani imkânsızdı ama, sanki bir kalbin yüksekten düştüğünde çıkaracağı ses gibiydi; nereden düştüyse düşmüş, düştüğü yerde de öylece kalmıştı. Kalbiye karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Cesaretini toplayıp pencereyi hafifçe araladı. Nefesini tutup dinlediyse de herhangi bir ses duyamadı. Yine de oradaki varlığı, sanki düştüğü yerde atmaya devam eden bir kalbin varlığını hissedip ürperdi. Pencereyi hızla kapadı. Perdeleri çekti. Dağınık salona şöyle bir bakıp, uyumak için hızla yatak odasına yürüdü. Sabah uyandığında arka bahçeye düşen gürültüyü hatırlamadı. Bütün vücuduyla esneye esneye kalkıp banyoya yürüdü. Soğuk suyla uzun uzun ellerini yüzünü yıkayıp mutfağa geçti. Çaydanlığa su ekleyip altını yaktı. Önceki günden kalan çayı döküp yeni çay koydu. Yeniden yatak odasına döndü, pijamalarını çıkardı, pantolon ve kazak giydikten sonra markete gitmek için evden çıktı. Sokağa çıktığı an hatırladı arka bahçeye düşen gürültüyü. Çabuk çabuk yürüdü, ekmek, gazete, bir paket sigara, iki yüz elli gram beyaz peynir, iki tane de yumurta alıp döndü. Nasıl olduysa, eve dönerken yine unuttu arka bahçeye düşen gürültüyü. Çayı demledi. Mutfağın bir köşesine sıkıştırılmış küçük masanın üzerinde ekmeği dilimledi. Ağzına layık bir omlet yapıp kahvaltıya oturdu. Bir yandan gazetesini okuyup, bir yandan omletini yerken nedensizce keyifsizdi. Kahvaltısını bitirdikten sonra, bir bardak keyif çayı alıp salona geçti. Televizyonu açtı. Sigara yaktı. Çayını yudumlarken arka bahçeye düşen gürültüyü hatırlayıp hızla dönüp baktı. Bir düzine sokak kedisinin arasında, iki duvarın birleştiği köşede sakince duruyordu. Kalbiye’nin sandığı gibi, düşmüş bir kalp değil, yavru bir martıydı. Kediler birkaç adım ötesinde durup onu seyrediyor ama nedense yanına yaklaşmıyorlardı. Yine de Kalbiye, kuşun büyük tehlikede olduğunu düşünüp hızla bahçeye açılan kapıya koştu, çalı süpürgesini kaptığı gibi kedilerin üzerine fırlattı. Kediler çil yavrusu gibi dağılıp kaçıştıktan sonra, şimdi ikisi karşı karşıyaydılar. Kalbiye ona nasıl bakıyorsa, o da Kalbiye’ye öyle bakıyordu. Yavru olmasına rağmen, bu kadar iri olması ürkütmüştü Kalbiye’yi. Oradan öylece bakıyor ama yanına yaklaşamıyordu. Neden sonra, cesaretini toplayıp birkaç adım atabildi yavruya doğru. Biraz duraladıktan sonra birkaç adım daha. Şimdi iyice yakınındaydı. Olağanüstü güzel bir başı vardı kuşun. Kalbiye’nin yüzüne hafif, hayranlık dolu bir gülümseme usulca yayıldı. Gözleri kamaşmıştı adeta. Bir süre seyrettikten sonra, “Merhaba martıcık!” diye seslendi. Martı yanıt vermedi ama kendisine seslenen, kırk yaşlarında, çocuksuz, kötü bir evlilikten sonra yıllardır yalnız yaşayan kadına dikkatle bakmayı da ihmal etmedi. Herhalde açtı martıcık. Üşümüş olmalıydı. Uçamadığına göre pek yavruydu. Kalbiye biraz daha yaklaşıp yakından baktı kuşa. Duvarların üzerinden buraya gelmeyi nasıl başardığını anlamaya çalıştı. Annesi getirip bırakmış olabilir miydi acaba? Sanmıyordu. Herhalde yeni yeni uçmaya başlamış, acemiliğinden de bahçeye düşüp kalmıştı. “O ne gürültülü düşüştü öyle?” derken güldü. Martı da ona gülmedi de, sanki gülümsedi. Kalbiye şaşkınlıkla kuşun yüzündeki ifadeyi seyrederken, “Saçma şeyler düşünmekten vazgeçip kuşun karnını doyur!” diye azarladı kendini. Balık. “Kendim yiyemiyorum, sana nasıl yedireceğim?” Balıkçılarla konuşup, atık balık temin edebilir miydi? Üstelik yakınlarda balıkçı yoktu. İçeri, mutfağa geçip bir parça ekmek aldı. Kuşun önüne doğru usulca fırlattı. Kuş yakınına düşen iri ekmek parçasından ürküp hafifçe geriledi. Anlamaya çalışarak önce ekmeğe, sonra Kalbiye’ye baktı. “Yesene!” Aç değil miydi acaba? Küçük bir parça koparıp attı bu kez. Kuş bir adım daha geriledi ve sanki biraz sinirlenerek baktı Kalbiye’ye. “Yesene güzelim.” Yemiyordu. Balık! “Anladım. Balık istiyorsun. Peki.” Ayakkabılarını giydiği gibi sokağa fırladı. Hızlı hızlı yürürken, birden, kediler geldi aklına. Koşar adımlarla geri döndü. Yanılmamıştı. Kediler o gider gitmez martının çevresini sarmıştı. İri bir erkek kedi her an üzerine atlayıp parçalayabilecek kadar yaklaşmıştı kuşa. Kalbiye az önce fırlattığı çalı süpürgesine koşarken, birden, şaşkınlıkla durdu. Sonra çok güldü olan bitene. Martı birden kanatlarını açmış, bütün kediler hallaç pamuğu gibi dağılmıştı. İnanılmaz uzunlukta iki kanadı vardı ve açınca, en büyük kedinin bile neredeyse iki misli büyüklüğe ulaşmıştı. Kedilerin ona kolay yanaşamayacağı belliydi ama, sonuç olarak o bir kuştu ve eninde sonunda kedi kuşu yerdi. Kalbiye korkusuzca martının yanına yürüdü. İki eliyle bir hamlede yakaladı, bir çocuk gibi göğsüne bastırıp eve döndü. Bir süre öylece, sıcak göğsünde tuttuktan sonra, usulca salona, yere, halının üzerine bıraktı. Martı uysal bir kedi yavrusu gibi bırakıldığı yerde toparlanıp çevresine bakındı. Kalbiye balkon kapısını kapatıp, bir süre seyretti kuşu. On dakika kadar sonra, yeniden sokak kapısına yürürken, “Uslu dur, ortalığı dağıtma, sana mama alıp döneceğim,” diye seslendi. Öteki daha önce olduğu gibi, yine yanıt vermedi. Çıkıp giden kadının arkasından çocuksu gözlerle baktı sadece. Kalbiye yarım saat içinde, birkaç sokak ötede, arada bir alışveriş ettiği yaşlı balıkçıya durumu anlatmış, sorunu umduğundan daha kolaylıkla çözmeyi başarmıştı. Balıkçı paketi doldururken, dilediği kadar balık başı verebileceğini, hatta kesekâğıdına birkaç tane de tüm balık attığını söyledi. Elinde bir kiloya yakın balıkla eve dönerken, “Bu paket günlerce yeter sana,” diye geçirdi içinden Kalbiye. Kuşu yeniden bahçeye çıkardı. Kesekâğıdının yarısını yere boşalttı. Bekledi. Martı ne yapacağını bilmeyen gözlerle bakıyordu. “Aval aval bakma, ye güzelim!” Yemiyordu. Kalbiye bunda bir tuhaflık olduğunu anlıyor ama ne yapması gerektiğini bulamıyordu. Birden kafasında bir ışık çaktı. Usulca eğildi. Küçük balık kafalarından birini işaret ve başparmağı arasına aldı, elini yukarı kaldırdı ve dikkatli gözlerle balık kafasını izleyen martının tam üzerinden aşağı bıraktı. Tek hamlede havada kaptı balığı kuş. Kalbiye, “Daha önce nasıl da düşünemedim,” diye söylenirken gülümsedi: “Annen seni böyle besliyordu, değil mi? Yukarıdan ağzına bırakıyordu yemeğini.” Kalbiye martının yerden yemeyi bilmediğini anladıktan sonra, birbiri ardınca yukarıdan bırakmaya başladı balıkları. Martı hiçbirini ıskalamadan teker teker kapıp midesine indiriyor, hiç doymayacak gibi iştahla yiyordu. Kalbiye, balığı bırakma mesafesini kısalta kısalta kuşun yüz hizasına kadar inmişti. Sonunda, bir balık kafasını avucunun ortasına alıp, usulca elini uzattı kuşa. Evet, öğrenmişti; uzanıp tek hamlede aldı balığı avucundan. Az sonra, Kalbiye’nin getirip yere bıraktığı plastik tabaktan yiyordu. Kalbiye gururla doğrulup uzun uzun seyretti kuşu. Bu sırada, taze balıklara duyduğu iştaha karşılık, balık kafalarını yemekteki isteksizliğini fark edince, “Hay Allah!” diye mırıldandı kendi kendine. Bu, her gün taze balık bulması gerektiği anlamına mı geliyordu? Her seferinde bedava alması imkânsızdı. Yine de, “Bu martı benim kısmetim,” diye geçirdi içinden ve onun için de bir bütçe ayırmaya karar verdi. Bir ad da koydu ona. Bu martının adı Gürültülü Kuş’tu. Onu kendi çocuğu gibi bakıp gözetecek, elinden gelen en iyi biçimde besleyip büyütecekti. Günler usul usul akıp gidiyordu. Gerçekten de Kalbiye, Gürültülü Kuş’a kendi çocuğuna bakar gibi bakıyordu. Kendi çocuğuna bakmak ne demektir, bilmese de. Önceleri evin içinde bir köşe yaptı onun için. Yemekten yemeğe bahçeye çıkarıp besledikten sonra, bir süre onunla kalıp hava almasını sağlıyordu. Ne var ki, bu kez de kendi hayatını zorlaştırmıştı. Gürültülü Kuş bırakıldığı yerde durmuyor, sağa sola koşturuyor, uçma girişimlerinde bulunuyor, evi darmadağın ediyor, Kalbiye bin bir güçlükle yeniden toparladığında, kuş yeniden dağıtıyordu. Kalbiye giderek, baş edemez olmuştu kuşunun haylazlıklarıyla. Sonunda güzel bir cumartesi günü bahçeye kümes yapmayı akıl etti ve Gürültülü Kuş sanki bir kuş değil de, bir tavukmuş gibi onu içine bıraktı. Böylece kediler gelse de ona ulaşamayacak, Kalbiye vakti oldukça bahçeye çıktığında, Gürültülü Kuş’u da dışarı bırakabilecekti. İlkin iyi bir çözüm gibi göründü bu Kalbiye’ye. Bahçeye çıktığında kuşu kümesinden çıkarıp kucağına alıyor, göğsüne bastırıp kendi öz çocuğunu severmiş gibi sevip öpüp okşuyor, dolaşmasına izin veriyor, sonra yeniden kafesine bırakıyordu. Sadece çocuğu değil, en iyi arkadaşı gibi seviyordu Kalbiye, Gürültülü Kuş’u. Öyle ki, dertlerini, acılarını, çaresizliklerini, dünyada yavru bir martıdan başka hiç kimsesi olmadığını anlatıyordu ona Kalbiye dertlerini anlatadursun, Gürültülü Kuş gayet güzel beslenip tüyleniyor, hızla büyüyordu. Bazen başarısız da olsa uçma denemeleri yapıyor, birkaç metre havalanıp yeniden çimlerin üzerine düşüyordu. Her şey iyiydi güzeldi de, işte bundan çok korktu Kalbiye: yeniden yalnız kalmaktan. Onca zamandır elleriyle besleyip büyüttüğü, her bir derdini paylaştığı Gürültülü Kuş uçmaya hazırlanıyor, her seferinde daha başarılı girişimlerde bulunarak, Kalbiye’ye yalnızlık vaat ediyordu. Gürültülü Kuş’taki gelişimi dikkatle izleyen Kalbiye huzurla uyuyamaz olmuştu. Ne yapacağını bilemiyordu. Geceleri kümesin içinde olduğu için uçup gitmesi ihtimali yoktu ama, gündüzleri bahçede birlikte oldukları sırada uçup kaçıp gidebilirdi. Giderdi ve bir daha da dönmezdi. Bu düşünce feci hırpalıyordu Kalbiye’yi. Günlerce ne yapması gerektiğini düşünüp durdu ve sonunda buldu: Gürültülü Kuş kümesinden çıkmayacaktı. Evet, yapması gereken buydu: Kapatmak. Kalbiye onu göğsüne bastırıp sevdiği zamanlar çıkacak, böylece de uçup gidip Kalbiye’yi yapayalnız bırakamayacaktı. Ne var ki, daha birkaç gün bile geçmeden, martının kümesteki perişan haline katlanamaz oldu. Bütün gün ve gece öylece kıpırdamadan duruyor, Kalbiye’nin bir tabakta uzattığı balıkları, yine kümesin içinde, bir köşede iştahsızca yiyor, uçma denemeleri yapamıyor, hatta kanatlarını bile gönlünce açamıyordu. Birkaç gün sonra iştahı kesildi. Suyu bile isteksizce içmeye başladı. Sonra bir uyku hali çöktü üzerine. En çok da bu sarstı Kalbiye’yi. Ayakta durup Kalbiye’nin anlattıklarını dinlemek yerine, gözleri kapalı, öylece oturuyordu. Kalbiye, Gürültülü Kuş’un bu haline daha fazla dayanamayacağını anlamıştı. Bir cumartesi günü kararlı biçimde kümesten çıkardı kuşu. Kaçması ihtimaline karşı, bir ayağına bağladığı ipin öteki ucunu elinde tutup bahçeye bıraktı. Hemen kanatlarını açtı martıcık. Sanki günlerdir yemeyen, içmeyen, perperişan uyuklayan o değildi. Üzerine canlılık, neşe, sevinç gelmişti. Kalbiye kuşun bu halini görünce, bugün değilse de yarın uçup gideceğini kesin olarak anladı. Kocaman kanatlarını bir kez çırpıp birkaç metre yükseliyor, ipe takılınca düşüyor, yeniden havalanıyor, yeniden düşüyor, Kalbiye’yi yapayalnız bırakıp gitmesine birkaç gün kaldığını açıkça belli ediyordu. Kalbiye Gürültülü Kuş’u çok sevdi. Gerçekten çok sevdi. O kadar çok sevdi ki, ertesi gün kümesinden çıkarıp uzun uzun öpüp sevip okşadıktan sonra, hiçbir zaman uçup gidemesin diye kanatlarını kesti.
·
56 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.