“Bu, gülüş ve unutuş üzerine, unutuş ve Prag üzerine, Prag ve melekleri üzerine yazılmış bir romandır.”
Kundera böyle tanımlıyor kitabı. Benim tanımım ise kırgınlığın ve beraberinde getirdiği öfkenin üzerine yazılmış bir kitap olması. Her bir satırın yazarın kendi hayatının birer yansıması olduğunu Kundera'nın hayatını araştırınca görmek mümkün. Zaten kitapta da bunu açıkça belirtmiş ve kendi yaşadıklarını da okura sunmuş. Bu kitabını Çekoslovakya'yı terk edip Fransa'ya yerleştiği dönemde yazıyor, kitap yayınlandıktan sonra da Kundera Çek vatandaşlığından çıkartılıyor. Ülkesi ile başı belada olan yazarlardan biri de Milan Kundera anlayacağınız. Dolayısıyla yaşadığı sorunları kitaplarına hem üslup olarak, hem kurgusal olarak yansıtıyor. Gerek göndermeleriyle, gerek ironileriyle alt metinde dönemin siyasal ve ideolojik yapısını bolca eleştiriyor, hatta dalga geçiyor.
“Birgün bir büyük adam, bin yıl içinde müzik dilinin tükendiğini ve sürekli olarak aynı mesajı gevelemekten başka şey yapamadığını farketti. Devrimci bir kararnameyle sesler arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırdı ve bütün sesleri eşdeğerli kıldı.” Prag'ı işgal eden Sovyet Rusya'ya inceden ironili bir gönderme yaparak bizlere dönemin siyasal yapısı hakkında da ipuçları veriyor. Sesleri aynı çıkmayan insanlar ötekileştirilip, toplumdan uzaklaştırılıyor ve tek bir tonda aynı şeyleri söyleyen insanlar topluluğu oluşturulmaya çalışıyor. Buna direnen insanlar ise ya ülkeyi terk ediyorlar ya da vatandaşlıktan çıkartılıyorlar. Karşı bir mücadele söz konusu bile değil, çünkü çoğunluğun karşısında pasifleşiyor, olan güçlerini de kullanamıyorlar. Meslekleri ellerinden alınıyor, kitapları yakılıyor, onlara yardım etmek isteyen eş, dost, akraba vatan hainliği ile itham ediliyor ve ellerinde gitmekten başka bir şey kalmıyor. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında “Yaşadığı yeri terk etme arzusunda olan insan, mutsuz insandır.” diyor Kundera bunu şimdi daha iyi anlıyorum. O ülkesini terk etmek istemedi, hatta bunu yaptığı için çok üzgündü bunu şu satırları okuyunca siz de anlayacaksınız.
“Zayıfın önünden kaçan kadar aşağılık bir şey yoktur. Ama onlar çok kalabalıktılar.”
Zayıf insanların çokluğu, güçlü insanların azlığını fırsat bildiği için, o güçlü insanlar çekip gitmeyi tercih ettiler. Yine Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında Kundera şu sözü boşu boşuna söylememişti.
“Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar”
Bu iki kitabı okuduktan sonra anlıyorum ki yazar, kendi yaşanmışlığını edebiyatla bize anlatıyor. Zaten bir yazar başka ne yapabilir ki? Onun silahı kalemidir, kendisini ancak onunla savunur, onunla anlatır. Kundera’da duyduğu kırgınlık ve öfkeyi kalemini kullanarak inci gibi bir estetikle bize anlatmış.
Kitap hakkındaki ön sözümden sonra biraz da içeriği hakkında konuşalım. Kitap, toplam yedi bölümden oluşan bir roman. Aslında bölümler öykü gibi, kitap ise romanımsı tadında bir şey. Yazar bu konuda kendisi de net bir şey diyemiyor.
“Bu kitap, çeşitleme biçiminde roman-kitap, çeşitleme biçiminde bir romandır. Çeşitli bölümleri, bir temanın, bir düşüncenin, sonsuz büyüklükler içinde kapsamı benim için kaybolmuş bulunan eşi benzeri olmayan tek bir durumun içine götüren bir yolculuğun değişik durakları gibi birbirini izler.”
Yani kitabı oluşturan bölümler ya da öyküler birbirinden bağımsız aynı zamanda da birbirinin tamamlayıcısıdırlar. Bu tamamlama doğrudan olmuyor. Tema ve karakterlerin iç dünyalarının yansımaları olarak ortak payda da buluşuyorlar. Alışılagelmişin dışında bir yazınsal düzen hakim kitaba. Okuru sürükleyip, belli bir finale hazırlamıyor yazar. Belli kalıplara bir baş kaldırı da olabilir bu. Tıpkı Jose Saramago'nun noktalama işareti kullanmaması gibi Kundera’nın bu kendine özel üslubu, bir baş kaldırının sonucu sanırım. ( Komünist ve Anti-Komünist iki yazarı aynı noktada buluşturmak da benim gibi ikizler burcu birine yakışırdı herhalde. )
Kitapta en ilgimi çeken bölümlerden biri olan Litost kavramından bahsedeyim biraz. Yazarı okuyanlar bilir ki Kundera böyle terimleri mutlaka sıkıştırır kitabına. Kavramı, kavradıktan sonra o tek kelimelik terimin kitap ile ne kadar özdeş bir yapıya sahip olduğunu görünce, hiç de tesadüfi bir şekilde o terime bir bölüm açılmadığını anlamış oluyoruz. Nedir litost? Bilmiyorum. Evet bilmiyorum. Çünkü Çekçe bir sözcük ve başka dillere çevrilmesi mümkün olmayan bir sözcük. Öyle diyor Kundera…
“Litost, içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan acılı bir durumdur.”
Bir nevi eziklenme, aşağılanma, hüzünlenme içeren bir sözcük ve bu sözcük olmadan insan ruhunun anlaşılabileceğini düşünmüyor yazar. İki aşamalı olarak işleyen bu sözcük ilk aşamada yaşanılan durumdan dolayı aşağılanmış hissetmekle kendini gösterir ve devamında bu his intikam almaya, içindeki aşağılanmış olmanın öfkesini başka bir şeye boşaltma isteği ile varlığını gösterir. Kitapta Litost sözcüğüne dair bir bölüm yazılmasını tesadüf olarak görmediğimi söyledim. Çünkü bu kitap iliklere kadar işleyen Litost durumunun yaşanmasıyla ortaya çıkmış bir eserdir. Fikirlerinden dolayı ötekileştirilen ve ötekileştirilmenin beraberinde getirdiği aşağılanmanın yol açtığı eziklenme durumundan ancak bir kitap yazılarak intikam alınırdı ki bu da litostun ikinci aşamasıdır.
Değineceğim son konu ise bir Kundera klasiği olan cinsellik! Bu kitabında da bolca erotizm var. Aşk, siyaset, cinsellik… Şeytan üçgeni… Bunların karılmasından baya hoşlanıyor yazarımız. Kitap boyunca neden bu kadar cinsellik üzerinde yoğunlaşıyor diye düşündüm hala da düşünüyorum. Acaba Ahlakı, ahlaksızlıkla anlatmak istiyor olabilir mi? Felsefecileri sahneye davet ediyorum. Ama kesin olarak düşündüğüm bir şey var onda cinsellik ona göre kale alınmayacak bir şey, çünkü “ Aşk, çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur kendini.” der Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde… Yani gönüller bir olsun, bedenler kiminle olursa olsun bir önemi yok diyor. Ya da zihnim bana oyun oynuyor ve yazarı aklamaya çalışıyorum bilemiyorum. Buna okuyup sizler karar verin.
Efendim, gönlüm bu kitabı okumanızı tavsiye etmiyor, sadece bana kalsın Milan Kundera diyor ama yine ağız ucuyla da olsa tavsiye edeyim. Ben okudum pişman olmadım, sizler de okur ve umarım pişman olmazsınız. Keyifli okumalar…