"Casus, vatan haini !"
Bir çağın kapanışının ve başka bir çağın açılışının muhteşem öyküsü...
Tarih kitaplarında 1789 yılında "Eşitlik, kardeşlik, özgürlük" sloganıyla verilen Fransız Devrimi'ne, Charles Dickens'in usta kalemiyle farklı pencerelerden bakma imkanı buluyoruz.
Soylular ile halk arasındaki uçurumun yol açtığı adaletsizliği, sefaleti, açlığı, eşitsizliği, vurdumduymazlığı ... her satırda hissediyoruz. Halk yığınlarında bu hislerin damla damla öfke ve kin olarak birikişinin farkında olmayan soylu kesimin, bardaktan taşan suyun içinde boğuluşuna tanık oluyoruz.
Boğulan sadece soyluların içindeki suçlular olmadığını, hem soyluların içinde hem de halkın içindeki masumlarin da "Cumhuriyet Düşmanı!" diye damgalanarak giyotinden akan kan banyosunda boğulduklarını görüyoruz. Devrimden önce "Casus, vatan haini!" diye ölüme götürülen yığınları alkışlayan aynı halkın, devrimden sonra "Cumhuriyet düşmanı, vatan haini!" diye ölüme götürülenleri nasıl alkışladıklarını hayretler içinde görüyoruz.
Ne devrimden önceki ne devrimden sonraki ölüme götürülen bu insanların masum olup olmadıkları önemli değil. Çünkü hiç kimse bunu umursamıyor. Her iki dönemde de insanların tek önemsedikleri öfke ve kinlerinin, gerek darağacında gerek giyotinde yansımalarını görmeleridir.
Adalet için yola çıkan yığınların nasıl adaletsizlikler yaptığını,
Eşitlik için yola çıkanların nasıl eşitsizliğe sebep olduklarını,
Kardeşlik için yola çıkanların nasıl düşmanlıkla hareket ettiklerini,
Özgürlük diye yola çıkanların nasıl masum insanların özgürlüklerini alıkoyduklarını,
Ve bunların hepsini "Yaşasın Cumhuriyet!" diyerek yaptıklarını görüyoruz.
Devrimin öncesinde ve sonrasında yaşanan hayatları Charles Dickens, ustalıkla nokta atışı olaylarla anlatıyor ki, etkilenmemek elde değil. Devrimden önceki zamana ait; yere düşüp kırılan fıçıdan akan şarabı sokağın her tarafından -gerek buldukları kap kacağa doldurarak gerek bir annenin çocuğuna içirerek gerekse yalayarak- temizleyecek kadar yaşanan açlığı ve sefaleti yaşayan insanların hallerini gördüğümüz olaydan, Monsenyur'un arabasının yanlışlıkla halktan birinin çocuğunu ezdiğindeki eşsiz diyalogun geçtiği olaydan etkilenmemek ve o anları kitabı okurken adeta hissetmemek elde değil !
Kitabın daha on- on beş sayfasını okuduğunuzda 1775-1800 yıllarının atmosferini yaşıyor; yazarın usta kalemi sizi içinde olduğunuz yıldan alıp, romanın geçtiği bu yılların içine atıyor.
Romanın başından sonuna kadar karşılaştığınız karakterlerinin nasıl ustaca kurgulandığına sayfaları çevirdikçe hayranlıkla şahit oluyorsunuz. Her bir karakter üzerinden devrimden önce ve sonrası insanların yaşadıklarına, psikolojilerine; bu devirlerdeki toplumsal tüm katmanların gözünden tanık oluyoruz.
Fransız Devrimi'ni sembolü olan ve binlerce insanın bu aletle infaz edildiği giyotinin yapılış amacı da oldukça ilginç: İnfazlarin kısa sürmesini sağlayarak idam mahkumlarının daha acısız ölmelerini sağlamak, gayet insancıl (!) değil mi? Önceleri, idam mahkumlarının elleri ve ayaklarından atlar tarafından tutulup, parçalanılarak yapılan infaz şeklini düşününce parantez içinde ünlemi kaldırabiliriz belki de, ne dersiniz?
"Cumhuriyet düşmanı, vatan haini !"