Hüsrev'in BuhranlarıGelin önce size kitabın incelemesine geçmeden, insan ruhu üzerinde büyük bir tesir bırakan, insanı silkeleyen ve sarsan böylesine vurucu bir eserin nasıl yazıldığını Necip Fazıl Kısakürek’in yazdıklarından kısaca aktarayım.
Necip Fazıl üstadın belirttiğine göre tiyatro oyuncusu Muhsin Ertuğrul, yırtanan rollerde fevkalede, eşi görülmemiş birisiydi.
–O Muhsin Ertuğrul ki A’dan Z’ye tiyatronun tüm aşamalarında yer almış, bu uğurda göstermiş olduğu başarılarından ötürü Goethe Madalyasını almaya layık görülmüştür.-
Muhsin Ertuğrul’a gider ve piyes yazsam oynar mısın der. O’da sen yaz bakalım bizde oynarız der. Bunun üzerine “Tohum” adlı eserini yazar ve verir. Bu eseri yüksek tabaka ve Babıali (aslında sadrazam sarayına verilen isim olmakla birlikte N.F.K. bu kelimeyi sanat çevresi olarak kullanmıştır.) beğenmiştir ama halk beğenmemiştir. Kimilerine göre de bu piyesi oynatmakla da Necip Fazıl üstad Muhsin Ertuğrul’u küçük düşürmüştür.
Bunun üzerine büyük bir hınçla yeni bir eser yazmak için kollarını sıvar ve şu cümleleri kurar.
“Bir piyes yazmayı düşünmüştüm. Seyirciyi fiziki acıya boğacak bir metafizik örgü içinde aksiyon şartlarının en dinamikleriyle bir arada bir piyes... Öyle bir piyes ki, kendi buhranımın, mücerret planında en yırtıcı fikir irtifaına çıkacak...”der.
Yani bu eseri N.F.K. normal şartlarda yazmaz. Bu duruma çok sinirlenmiştir ve böylesine bir buhranlı döneminde öyle bir eser ortaya koyacağım ki, hem Babıali beğenecek hem de halk şaşkına dönecek, herkes benim piyesimden konuşacak, benim piyesim bahsedilecek demek ister.
Gerçekten de öyle olur. Bir Adam Yaratmak adlı tiyatro eseri büyük yankı uyandırır ve herkes tarafından çok beğenilir.
Eser kendisini okutmuyor seni adeta 1930'lu yılların Istanbul’una götürüyor, ruhunu ve benliğini içine çekerek, sahnelenen oyunu en ön saftan izletiyor.
Kitabı okurken kitabın kahramanı olan Hüsrev karakteri ile birlikte, oturduğun koltukta sarsılıyor, sendeliyor, irkiliyor, ürperiyor, çekiniyor, titriyor, korkuyor ve sersemliyorsun. Kitabı eline aldığında eski Istanbul yıllarında yaşıyorsun ve kendini boğaza nazır, estetiksel açıdan zengin döşemeli bir yalının içine ışınlanmış hissediyorsun ve o yalıdan çıkmak istemiyorsun.
Ayrıca eski Türkçe kelimelerin (eskiden Türkiye’de konuşulan kelimelerin) kullanıldığı kitapları okumak bana çok büyük bir haz veriyor. Tamam bu kelimeler Öz Türkçe değildir belki ama bunlar sayesinde dilimizin zenginliği ortaya çıkmaktadır. Yoksa şu anda dilimize yapışmış kelimelerin etimolojik analizini yapacak olursak birçoğu Arapça, Farsça ve Fransızca kökenli olmak üzere, nereydeyse kullandığımız kelimelerin yüzde yetmiş, sekseninin öz Türkçe olmadıklarını görürsünüz.
Ben bu hazzı Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf, Fatih Harbiye kitaplarını okurken de almıştım. Günümüzde kendini şair veya edebiyatçı olarak tasnif eden kişilerin yazdıkları yazılara, şiirlere bakın. Hep bilindik 20-30 kelime etrafında top çevirirler. Yani kelime zenginliği, belagat yeteneği yok eserlerinde.
Aradığım, özlemini çektiğim, dost meclisinde duru, kibar, sizli bizli, beyefendiler hanımefendilerin kullanıldığı saygılı bir dil kullanılması beni ziyadesiyle mutlu etmiştir. Örneğin; kendisinin en yakın arkadaşı olan Mansur’a karşı kahramanımızın “Mansur Bey! Bizi bir lahza yalnız bırakamaz mısınız?” şeklinde bir seslenişi var ki harikuladeninde ötesinde bir tarz.
Eser 1930’lu yılların Istanbul’unda bir yalıda geçer. Zengin bir aile çocuğu ve babasını çocukluk döneminde evlerinin önündeki iğde ağacına asılı olarak yitirmiş olan Hüsrev; döneminin önde gelen tiyatro yazarlarındandır. Bir tiyatro eseri ortaya koyar ve baş rol karekterini en yakın arkadaşı Mansur oynar. Kendi eserinde oyuncunun babası kendini iğde ağacına asmıştır ve sonunda da kendi de babasının karekterinden çok etkilenir, onun ruhuyla yaşamaya devam eder ve aynı sonu kendisi de yaşar. Bu olaydaki örgü acaba Hüsrev’in gerçek yaşantısında da karşılık bulacak mı diye sürekli sorgulamalar, Hüsrev’in sürekli hesaplaşmaları, babasının ölümünden annesini sorumlu tutması üzerine annesi ile yaşadığı hüzünlü ve dramatik aile meselelerinin yaşanması, gazeteci ve ruh sağlığı doktoru olan arkadaşlarıyla kendisini suçlayan yakıştırmalar yapması üzerine büyük bir buhran yaşaması ve içinden çıkılamıyacak girdapların içine girmesi eserde geçen duygusal sorunlar yumağının bazılarıdır.
Hüsrev; babasının kendisine bırakmış olduğu mirası mı yaşayacaktır yoksa kendi iç hesaplaşmaları eşliğinde, zihinsel anlamda duygularını en açık, en saf haliyle, birbirinden esrarengiz ve okuru dehşete düşüren benzetmeler yapmakta çok mahir olan kişiye karşı “deli” sıfatı yakıştırması yaftalanarak bu sarmalın içinden sıyrıp kendisini kurtarabilecek midir?
N.F.K. üstdın inanılmaz ve akıcı anlatım üslubuyla dört yerde tüm vücudum ve azalarımla ürperdim. Hele bir yerde “Herşey benim olsun gökler, yıldızlar, samanyolu vereyim ama aklım bana kalsın.” cümlesi beni sarsan, titreten cümlelerinden biri olmuştur.
Bu kitap, eser kesinlikle alalade bir yapıt değildir. Belli ki N.F. üstad çok öfkelenmiş ve bu eser ortaya çıkmış, bazı sahnelerini okurken gerilim filmindeymiş gibi hissettim kendimi.
Muhakkak okunmalı gereken bir eser olarak görüyorum. Ben çok büyük bir keyif aldım okurken umarım sizlerde aynı keyfi alırsınız.
Not: Istanbul kelimesi dönemin ruhunu andırsın diye özellikle bu şekilde yazılmıştır.