Gönderi

196 syf.
7/10 puan verdi
·
Read in 10 days
Yazmasam olmazdı
Şöyle bir oturdum masama, dedim ki: Bunu yazmasam olmaz. ''Niçin edebiyat alanında bu kadar başarılı öykülere uzun zamandır bir inceleme yazmıyorsun?'' dedim. Yazık değil miydi o kadar okumaya etmeye? Bunu ancak bugün farkettim. Kusura bakmayın. Hadi başlayalım. (Spoiler vardır) Bazı kitaplar vardır, okurken size çok manasız gelir, değeri sonradan anlaşılır. Ben, özellikle Tanpınar'ın bazı kitaplarında, böyle bir tesir yakaladım. İşte o tesir bu kitapta da oldu. Okuduğum zaman anlamsız gelen yahut ''bunu niye yazmış ki bu kadar?'' dediğim bazı öyküler var. Ancak edebi ve felsefi derinlik açısından değerini sonradan anladım çoğunun. Yanlış anlamayın, şu anda övgü düzmüyorum. Biraz sonra söyleyeceklerimle ters köşe olabilirsiniz. Kitabın derinliğini kastediyorum ben. Şüphesiz ifade ettiği düşünce de önemlidir ama onu böyle ustalıkla okuyucuya nakleden yazar pek azdır. Dilinden ve anlatımından başlamak istiyorum. Okumaya başlayınca öykülerde postmodern unsurları arayıp bulmam hiç zor olmadı. Hatta ben onları bulmadım, gelip kendilerini gösterdiler. Sade bir edebiyat dili olmasına karşın(ne Tanpınar gibi ağdalı ne de Yaşar Kemal gibi uzun uzadıya) zor bir metin arkadaşlar. 2 dakika kitabın başından ayrılmaya gelmiyor, geri döndüğünüzde nerede kaldığınızı unutuveriyorsunuz. Şüphesiz metinlerdeki bilinç akışı tekniğiyle bağlantılı bu durum. Dolayısıyla sağlam bir kafayla ve benim yaptığım gibi sıkış tıkış bir zamanda değil, boş bir zamanınızda okuyun mümkünse(affetmez). Belki o zaman tadına varmanız için bahsettiğim gibi kitabı bitirip kenara koymanıza gerek kalmayacaktır. Neyse. Dilinin sadeliğine aldanmayın, zor metin dedim. Belki de bu, daha yeni yeni modern-postmodern okumalar yaptığım için bana öyle geliyordur. Lakin şimdiden şunu söyleyeyim, o eski incelemelerdeki yerden yere vurma yaklaşımımı bu kitaptan sonra terk ettim. Anladım ki o zaman, modern-postmodern olayı daha tafsilatlı bir araştırma ister. Kestirip atmaya gelmez. Hatta denebilir ki öykü ve romandaki bu teknik, her ne kadar biçimselliği öne çıkarsa da vurucu mesajlar vermek için de iyi bir seçenektir(bu düşünceyle ben de hem ''toplumcu'' içerikte ve fakat ''postmodern'' teknikleri kullanan bir öykü yazdım. Sema Hocam çok beğendi), Ben zaten bu adamlara ''Siz niye edebiyatta yeni teknikler geliştiriyorsunuz?'' diye kızmıyorum. Bu adamlar, o tekniklerle bir nevi aydın kompleksi yaratıyorlar, kendilerini toplumdan soyutluyorlar. Zannediyorlar ki bu teknikle insana daha fazla eğilen, dolayısıyla toplumsal çözüm önerilerini dışlayan bir çıkış yaratırsak sömürü düzenine çok büyük tepki gösteririz! Sonuç: Toplumdan bağımsız ''zannedilen'' insan ve yazdıklarıyla kalmaları. Şu anda edebiyatımızın ana eksen tartışmalarından birini mevzubahis kitaptan biraz bağımsız olarak geçiyoruz ama bu tartışmalara değinmeden olmaz dedim. İncelemeyi okuyanlar biraz daha sabretsin. Çok meşhur bir Alman müzisyen, toplumcu sanatın öncülerinden Hanns Eisler demiş ki ''Sadece müzikten anlayan, müzikten hiç anlamıyor demektir.'' Ben de bunu aynı şekilde edebiyata uyarlamak istiyorum. Eisler'in kastettiği sanatın tarihsel ve toplumsal işleviydi elbette. Bu işlevi unutan müzikçi gibi edebiyatçı da aydın olabilir mi? Oğuz Atay'a ve onun gibi postmodern yazarlara bu açıdan bakmak daha sağlıklı olur diye düşünüyorum. Düzenin geleneksel kalıplarından kurtulacağım, toplumsal sömürüye isyan edeceğim diye bu kadar hüzün, kasvet, yalnızlık neyin nesiydi böyle? Yoksa biz de ''Beyaz Mantolu Adam''daki gibi toplum bizi bunaltıyor diye intihar mı edelim? Çıkış önerisi yoksa, kurtuluş denilen, isyan denilen insanın kendi kapalı kutusuna dönmesiyse kimse kusura bakmasın, o yazarlara aydın diyemeyiz. Zira aydın, adı üstünde, karanlığın olduğu yere aydınlığı, umudu taşımalıdır. Umut yoksa insan da yoktur. Denklem de bu kadar basittir. Bana deniyor ki ''iyi de adamın bir toplumsal derdi yok, insan psikolojisine eğiliyor sadece.'' Hayır, buna katılmam. İnsan psikolojisi de tarihinden ne zaman bağımsız olmuş? Herkesin psikolojisini bu kadar didik didik edip insanların paranoyak yanlarını ortaya dökmekle kim ihya oldu? Geçiniz bunları. Artık öykülerimize dönme vakti geldi. Zaten yukarıda çıtlattım bir şeyler, Beyaz Mantolu Adam'la ilgili. Yazın sıcakta cami avlusunda dilenen bir delikanlı bu. Herkesin her dediğini yapıyor. Kullanıyorlar adamı, hiç tepki göstermiyor. Yalnız, bir vitrinin önünden geçerken beyaz, etekli bir kadın mantosunu çok beğeniyor. Pazarlık edip alıyor onu ve giyinip geziyor. Herkesin gözü üstünde. Takip ediyorlar, deli sanan da var ama epeyce rağbet... En sonunda adam gerçekten bunalıyor, intihar ediyor. Aslında olay çok saçma gözüküyor, ta ki Oğuz Atay'ın o meşhur postmodern anlatısı işin içine girinceye kadar. Öyküler öyle kolay olmadığı için, mesajları anlamak gerekiyor, düşünmek gerekiyor. Ben de düşünüp durdum, ne demeye çalışmış burada diye. Nihayet daha geçen gün sırrını çözdüm, adam alegori yapmış! Sayın okuyucu, dediğim gibi, kitabı benim gibi sıkışık tıkışık bir zamanda okuma. Anlatılmak istenen aslında toplumsal normlara aykırı hareket eden(mevzubahis öyküde bu, sıcak yaz günlerinde ''Beyaz kadın mantosuyla'' dolaşan delikanlı olarak anlatılmış) bir adamın nasıl toplumun dışına itildiği, yalnızlaştırıldığı ve intihara sürüklendiğidir. Ben bunu sadece adam olarak değil, fikirler olarak da alıyorum. Öyle ki bunu okuyan bir kısım okuyucu da ''Sen böyle düşünüyorsun ama senin bu düşüncelerin yazın montla gezmek gibidir!'' diyebilir. Yani ''aykırı'' kastediliyor, ''absürd'' dedirtiyor. Fikir eleştirisinde de ''gerçek dışılık'' anlamında. Okuyucunun bu öyküyü nereden, nasıl okuduğuna bağlı. Diğer öyküler de aşağı yukarı aynı aykırılık, yalnızlık ekseni üzerinde. Özellikle ''Babama Mektup'' ve ''Unutulan'' öyküleri toplumda yerleşmiş gelenekselliğe, muhafazakarlığa bir sataşma diyebiliriz. Hatta bir ucuyla toplumcu. Ama o kadar... ''Tahta At'' öyküsüne de ayrı bir parantez açmalıyım. Postmodernizmin, ''Ne Evet Ne Hayır'' gibi mektup tarzındaki öykülerinde kullanılan ÜSTKURMACA tekniği(metin içinde metin yani) gibi, hatta o teknikten daha önemli bir edebi unsur olan(bence), mitolojilerden faydalanma ve tarihe gönderme yapma, zamanı ve mekanı böylelikle belirsizleştirme vardır Tahta At'ta. Onun için en zor öykülerden bir tanesi. Tuğrul Tuzcuoğlu şahsında Türk modernleşmesine de gönderme var, toplumsal mesajlar da var. İşiniz zor kısacası. Önsözde Oğuz Atay'ın ironiyi de postmodern bir unsur olarak eserlerinde yansıttığından bahsetmiş, o da fazlasıyla var. Görüldüğü üzere postmodern tekniklerin(Üstkurmaca, olay örgüsünün klasik yapısını dağıtması, zaman-mekan belirsizleşmesi, mitolojiyi ve tarihi kullanıp atıf yapması) neredeyse hepsi vardı. Onun için önem verdim. Bir diğer husus, gene benzer bir toplumsal baskının kurbanı olan Tuğrul'un Beyaz Mantolu Adam ya da Korkuyu Beklerken öykülerinde olduğu gibi içine kapanarak değil, isyanını açık açık yürüterek, örgütlenerek kasaba idaresine tepki göstermesidir. Aslında burada yazar Tuğrul'un tarafında değil. Bunu, bitirirken yaptığı ironiyle anlarız. Yazarın, öykülerinde hep sömürüye karşı çıkmanın yolunu insanın kendi içine kapanmasında görmesi ve bu fikri(intihar, yalnızlık, iç isyan) yayması, buna mukabil Tuğrul'un isyanını adeta küçümsemesi bence yazarı acınacak duruma düşürdü. Edebiyat yapmak için edebiyat yaptığı belli oldu. Dolayısıyla edebiyattan anlamadığı da(mücadeleden anlamadığı için) belli oldu. Onu bu yüzden eleştirmeyeceğim, besbelli küçük-burjuva yazarımız her daim toplumun ezilen sınıfına burun kıvırarak o kitapları yazmış. Korkuyu Beklerken öyküsü bu anlamda, yazarın nasıl bir istikamet tuttuğuyla ilgili iyi bir örnektir sanıyorum. ''Gizli mezhep'' tarafından gönderilen bir mektupta ''Eğer evinin dışına çıkarsan öldürürüz seni.'' yazar. Adam zaten günlük hayatından, eve gelip işe gitmekten bunalmış. Bu da üstüne iyi bir fırsat, tam zamanı. Mezhebin dediğini yapmaya karar verir, evinden çıkmaz. Evde yalnız başına neler yaptığını yazmayacağım ama bütün bilinçaltını kusar. Daracık bir yerde kendi benliğiyle baş başa kalan bir adamın yapabileceklerini düşünün. İşin burasında aslında ''Gizli Mezhep'' olayının bir metafor olduğu anlaşılır. Öyküde anlatılanlarda, tehdit mektubunun kaynağı ve mektup gönderilen diğer insanların verdiği tepkiler üzerinde durulur. Bir defa mektubun kaynağı bilinmez. Sonra gerçekten mektupta öyle mi yazıyordu, yoksa adamın kendi kafasındaki yorum mu bu yönde? Ah yine postmodern teknikler... Zannediyorum yeterince öyküyü ele aldım. Yazıyı artık modern/postmodern takımına bu vesileyle bir eleştiri daha yaparak sonlandıracağım. Sevgili ''çok akıllılar'', kendinizi toplumun tepesinde zannetmekle sömürüye karşı çıktığınızı sanmayın. Sömürü zaten sizin gibi tuzu kuruları etkilemiyor, alt sınıftan emekçileri etkiliyor. Bunca senedir edebiyat diye yalnızca biçimcilik yaptınız, bulmaca çözer gibi metinlerde oyunlar oynadınız. Bu teknikleri ben de taktir ediyorum. Amma velakin sizinki sadece biçimcilik. Üstüne üstlük toplumsal mücadele verenlerle böyle dalga geçiyorsunuz, onları da eleştiriyorsunuz. Bu ülkede bir gün aklı başında siyasetçiler gibi aklı başında edebiyatçılar da olur, merak etmeyin. Yalnız artık yarattığınız karakterler gibi inzivaya çekilme zamanınız gelmedi mi?
Korkuyu Beklerken
Korkuyu BeklerkenOğuz Atay · İletişim Yayıncılık · 202226.8k okunma
·
48 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.