Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İçselleştirdiğim tüm hezeyanların dönüp bana çarpacağını, tastamam şirazemi kaydıracağını bilemezdim. Bazen bu düşünce içerisine kendimi istekli olarak sokmaya çalışırdım. Fakat hep nasihat boyutunda kalırdı. Sanırım musibete ihtiyacım vardı. Zira bin nasihata yeğdi. Olmazdı, başaramazdım. Ne zaman ki ayan beyan karşımda gördüm, ne zaman ki aynaya baktım ve ayna da bana baktı, o zaman anladım. Aynaya fiziksel özelliklerim için değil, vicdanımın bir yansımasını görmek için bakmam gerektiğini anladım. Hiçbir zaman diğerleri gibi olamadım. Olmaya çalıştım mı? Defaatle. Fakat çabam arttıkça onların da istedikleri insanlar olmadıklarını, insan içine çıktıklarında ikinci maskeleri olan, mutlu yüz maskelerini taktıklarını gördüm. Onları kapalı kapılar ardında görmek, yalnız kaldıkları zamanki halet-i ruhiyelerini gözlemlemek zihnimi ziyadesiyle berraklaştırdı. Beyhude bir çaba içerisinde kayboldum. Gün günden kendimi tükettim. Kendimi önemsemeyi bırakalı çok zaman oldu. Dolayısıyla toplumsal sorunlar karşısında da hissizleştim. Kendini düşünmeyi ve takribinde önemsemeyi bırakan birey nasıl olurdu da sosyokültürel sorunları düşünebilirdi? Engin Hoca “Zamane” adlı kitabında özerklik ve özgürlük kavramlarının birbirinden farklı şeyler olduğunu, özerkliğin ilk denemelerini ise bir ila üç yaşları arasında gerçekleştirdiğimizi söyler. Bunu çocukluğunda yapamayan birey, diğer bir deyişle ailesel yahut sosyokültürel nedenlerle -çocukken- bastırılan birey büyüdüğünde karar verememe ya da verilen kararla ilgili şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanma gibi sıkıntılarla karşılaşır ilerleyen zamanlarda. Ve maalesef bu özerk olamama hali bütün ömrüne sirayet eder. Ailesinde özerkliği tadamayan çocuğa toplumun bu kavramı öğretmesi sizin de tahmin edebileceğiniz gibi çok güçtür. Zirâ toplumun da çok büyük bir kesimi özerklikten bihaberdir. Bu güçlüğü yenmek için insan nasıl çabalaması gerektiği konusunda epey derin düşüncelere dalıyor. Daldım. Önce aile, sonra yakın çevre ve son olarak toplumun diğer bireyleri... Merkezden çevreye. Zira merkezi halledemezsem temeli sağlam atılmayan bir bina gibi tek darbede yıkılırdı tüm uğraşlarım. Yolumda emin adımlarla ilerliyordum ki bir şeyi unuttum ve unuttuğum bu şey felaketim oldu. Toplumsal normların ülke bireylerindeki müthiş etkisi, "Elalem ne der?" algısı. İşte bunu unutmuştum. Halbuki tüm sosyokültürel sorunları bu temelde şekillendirmek mümkündü. Zira bireylerin çocuk yaşta özerkliklerini kazanamamasının nedeni onların ebeveynlerinden kaynaklanıyordu. Bu erki kazanamayan ebeveynler de kendi ebeveynleri yüzünden kazanamamışlardı, mamafih kendileri de kazanmak için bir çaba göstermemişti. Belki de ne olduğu hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Görmemişlerdi. Ama sorgulamamışlardı da. Sorunun temeline inerek, o ilk kıvılcımı bulmak gerekiyordu. Ne zaman tüm bu sorunlardan bunalıp, "nasıl geldiyse öyle gitsin" diyecek oluyordum direkt aklıma Nazım ve şu dizeleri geliyordu: "Ben yanmasam/sen yanmasan/biz yanmasak/nasıl/çıkar/karan-/-lıklar/aydın-/-lığa..." Sahi ben hâlâ yanmamış mıydım? Sıra sen ve bize geçmemiş miydi? Tüm çabalarım beyhude miydi yoksa? Bu ne dayanılmaz bir histir, bana aynada kendimi göstermeyen. Onulmaz dertlerle kendimi sokağa attım. Sigara içmeliydim. Salt içmek yetmez, dertlerim gibi sigarayı da uç uca eklemeliydim. Tünel'den Galata'ya doğru inerken Şahkulu Camii'nden İkindi ezanının sesi geliyordu. Eylül bir gün sonra Ekim'e evrilecekti. Hava kalplerimizden çok daha karaydı. Lâkin o er ya da geç aydınlığa kavuşacak, kalplerimiz ise hep karanlık kalacaktı. Ben bu düşünceyi içimde bir yerlerin onayına sunarken gök birden şiddetli bir şekilde haykırdı. Sanırım bana ve düşüncelerime gülüyordu kendine has üslubuyla. Biz insanlar kendimizi ne çok büyütüyorduk. Her şeyi nasıl da umarsızca kendimize yoruyorduk. Bu düşüncelere dalar dalmaz dinazorlarla ilgili izlediğim bir belgesel geldi aklıma. Günlerden pazardı. Geç kalkmıştım, kahvaltımı ettikten sonra çayımı ve sigaramı alıp televizyonun karşısına geçmiştim. Sahi neden televizyonun karşısına geçmiştim? Ben televizyon izlemezdim. O saçmalıklar turnusolu kutu misafirler eve geldiğinde televizyonu yokmuş demesinler diye annem tarafından süs maksatlı aldırılmamış mıydı bana? Ev alışverişinin son parçasıydı. Şu alışveriş faslı bir bitsin artık da gideyim yatayım diye ses etmemiştim. Biliyordum, laf anlatmaya çalışsam dinletemeyecektim. Ama içimde de açıklanmaz bir sıkıntı duymuştum. Kendime ihanet ettiğimi düşünüyordum. NatGeo'yu açtım. Yaklaşık 60 milyon yıl önce Meksika Körfezi'ne düşen bir meteordan bahsediyordu sunucu. Bu meteor bilmem kaç kilometre etkili olmuş, etrafında canlı varlık bırakmamış, hepsinin ölümüne neden olmuştu. İşte dinazorların da bu hayat tiyatrosunun sahnesinden emekliye ayrılması bu şekilde olmuştu. Olayın çekiciliğine kapılıp bahsettiğim zaman mefhumunu kaçırmamışsınızdır umarım. 60 milyon yıl önce. 60 milyon yıl. 60 milyon... Bazen egolarımızın ve yersiz kibirlerimizin yetmiş yıllık bir yaşantı göz önüne alındığında devcileyin olduğunu düşünüyorum. Bunun temel nedeni ise hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamızdan kaynaklanıyor. O bilinç öyle ya da böyle, bir şekilde çıkıyor beyinlerden. İşte şimdi Karaköy'deyim. Evden çıktığımda yeni açtığım sigara paketine çakmağım sığıyor artık. Sigara eksildikçe hüznüm çoğalıyor. Karşı kaldırımdan kara çarşaflı bir kadın geçiyor. Henüz yanımdan geçen iki genç o tarafa bakıp alay ediyorlar, 21. yy'da olduğumuzdan, hâlâ böyle giyinenlerin varlığından dem vuruyorlar. Biraz sonra aynı kaldırımdan mini etekli, üzerine giydiği beyaz tişörtten siyah sütyeni belli olan genç bir kadın geçiyor. Hemen önümde yürüyen uzun sakallı, şalvarlı, elinde tespih olan amca genç kadına bakıp tövbe çekiyor, durumdan muzdarip. Hâlbuki beş altı adım sonra o genç kadını kaçamak bakışlarla süzüyor ve onun olduğu kaldırıma geçiyor. Soluğunu da hemen arkasında alıyor… Biz hangi ara bu kadar tahammülsüz olduk? Hangi ara karşımızdaki kişileri fiziksel özellikleriyle yargılar olduk? Hangi ara din, dil, ırk ayrımı yapar olduk? Keşke bir ara, ufacık bir ara da olsa insan olabilseydik. Ah Nazım ah! Keşke icraat kısmı da iki üç satırda anlattığın kadar kolay olsaydı. Biliyorum, sen de o satırları yazarken şappadak yazmadın, görmüş geçirmişlik yazdırdı sana onları. Bakma sen bana ve yersiz düşüncelerime. İnsanların bu toplumda bilinçli olarak yalnızlaşmasını anlıyorum ve onlara ziyadesiyle hak veriyorum..
·
17 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.