Gönderi

162 syf.
8/10 puan verdi
·
Read in 11 hours
Bukowski'nin her eserinde; gerek öykülerinde gerekse de romanlarında kendisidir anlattığı kişi. Bazen açıkca, gizlemeden belli eder kendini eserlerinde, bazen de Chinaski olur bir anda. Bu açıdan, Büyük Zen Düğünü'nü Bukowski'nin bizlere yine kendinden kesitler sunduğu bir öykü eseri olarak nitelendirebilirim. Düşündüm de... Aslında bahsini ettiğim durum tüm yazarlar için geçerli değil midir? Bir yazar kendine en uç olan kişiden bile bahsetse, o kişi yine de kendinden izler taşır; taşımalıdır. Mesela Suç ve Ceza romanına da bu perspektiften bakacak olursak, Raskolnikov'un hayatının bir kesitinin Dostoyevski'den izler taşıyan hali olarak da isimlendirebiliriz. Eseri okurken bizim Raskolnikov'a bakışımız bile aslında Dostoyevski'nin bizlere verdiği merceklerin ardından olur. Eser ve eserin içeriği ilişkisi bu açıdan bakacak olursak, çok daha derin bir mesele aslında. Mercek, bu denklemden çıkartılamaz. Çünkü yazarın mercekleri ile bakmak zorundayızdır, biz her ne kadar tarafsız okumaya çalışalım ya da her eserin yoruma açık olduğunu düşünelim. Eserler yoruma açıktır ama baktığımız merceklerin ardından baktığımız hali ile açıktır yoruma. Gözleri zor gören bir insanın gözlüğe, merceğe gereksinimi gibi bizim de eserin içerik dünyasını net olarak görebilmemiz için bu merceklere ihtiyacımız vardır. Ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır bunlar. Konu Bukowski'ye gelince, adeta Bukowski'nin bizzat kendisi merceği kendi gözünden çıkarıp bize verir ve böylelikle yine onun hayatına bakarız. Bu açıdan paylaşımcıdır Bukowski, cömerttir. Okurun, eserin içeriğini düzgünce seçebilmesi için gereken merceği bizzat kendi elleriyle takdim eder. Eğer her eser yazardan bir parça taşıyorsa, yazarların genel olarak yaptığı şey, verdikleri mercekleri okurların kullanmasını sağlayarak, birtakım başka karakterler ardından kendisini gösterebilmektir. Bir Raskolnikov'dan ya da İvan Karamazov'dan Dostoyevski'nin çeşitli yönlerini görebilmektir mesela bahsettiğim şey. Ama iş Bukowski'ye gelince işler farklılık gösterir. Bukowski direkt olarak, araya aracı olacak bir karakter eklemeden, tüm olağanlığıyla kendini ele verir. Dolandırmayı, süslü sanatı sevmez Bukowski. Uzatmadan kendini ilk başta ele verir. Sanki okuruna, "al işte ben buradayım, ne yaparsan yap" der gibidir. Bu yüzden Bukowski okurken kendimi olmadığım kadar rahat hissederim. Bir perspektif bulma çabasına girmek yerine salt Bukowski'yi zaten görürüm eserin her bir köşesinde. Kendisini buldurmak için gerekecek olan çabayı, direkt kendisini ve hayatını anlatarak harcamıştır o. Bukowski bu sayede benim 'dinlenme' yazarım olmuştur her zaman. Ağır bir kitap okuduktan sonra okuyabileceğim bir Bukowski kitabı köşeden bana göz kırpıyorsa aşırı rahatlarım. Çünkü bir kafa dağıtma gibidir Bukowski okumak. Sanki karşılıklı oturmuş bira içiyorsunuz. Bira içerken hayatı eleştirseniz bile diğer türlü yapacağınız eleştirilerden çok daha rahat halde olursunuz. Böyledir Bukowski okumak. Bukowski, eserlerinde sarhoş olma durumunu o denli iyi yansıtıyor ki sanki okurken sizin de başınız yavaştan dönmeye başlıyor. Sarhoş olma halini en az Bukowski kadar iyi tasvir eden başka bir yazar da yine Dostoyevski'dir bana kalırsa. Ama Bukowski'nin her eserinde (belki de her sayfada?) bu sarhoş havaya rastlarız. Üstte de bahsettiğimiz üzere sarhoşken yapılan eylemlerin kaygı verme olasılığı aşırı derecede azalır. Diyelim ki siz o denli önemli bir konuşma yapacaksınız ki ülke değişecek; siz bu konuşmayı normal halde ile yaparsanız o konuşma içinde bulunacağınız kaygılar nedeniyle yerinde asla olmayacaktır. Endişe, kaygı insanı gerçeklerin somutluğuna karşı aşırı duyarlı hale getirir. Ama diyelim ki bu konuşmayı sarhoş bir halde yapacaksınız. O konuşmayı yaparken o denli rahat hale gelirsiniz ki içinizde kaygıya dair zerre kalmaz. Ülkenin değişmesi umurunuzda bile olmaz, ama o halde diğer kaygı dolu yapacak olduğunuz konuşmadan çok daha yerinde konuşacak olmanız da muamma değildir. Tabii eğer sarhoşken kelimeleri şaşırmazsanız. İşte Bukowski'nin bu eserinde de, her eserinde olduğu gibi bu sarhoş haldeyken dünyayı ve bazı şeyleri eleştirme var. Diğer 'dünya eleştiricilerinden' farklıdır Bukowski, çünkü işin içinde kaygı yoktur. Bu yüzden de eleştirmek için yer arayıp durmaz, bir anda eleştirir. Mesela at yarışlarını izlemeye giderken yolda arabada kırmızı ışıkta dururken eleştirir birden. Ya da yeni başladığı işindeki ilk gününde. Durum böyle olunca da Bukowski birçok kişinin sandığı gibi kendiyle çelişen, 'sapık' biri olmaktan da çıkar bana göre. En başta Bukowski her şeyini kabul etmekte ve hiçbir durumunu gizlememektedir. Hayatının her şeyini, iyisiyle kötüsüyle anlatır. Herkesleşmemek uğruna sefil bir yaşamı yeğler aslında. Takım elbiseler içinde yaşamları sözde daha değerli olan insanlardan biri olmamak uğruna bu yola seve seve girer. Hiçbir kusurunu da gizlemez. Alkol bağımlılığına birçok sayfada rastlarız. Çapkınlığını saklamaz asla. Utanmaz diye bir hakaret, sitem vardır dilimizde. Bu aslında tam olarak hakaret değildir bu açıdan baktığımızda. Bukowski yaptığı kusurları, kötü yanlarını hepsini kabul eder, gizlemeye çalışmaz, yaptığı şeylerden utanmaz. Yaptığı şeyler en başta kendini rahatsız etmesi gereken biri neden zerre kadar rahatsız olmaz ki? Mesele kendini olduğu gibi gösterebilmektir. Hani demiştik ya aracı falan kullanmaz Bukowski diye, işte tam da bu yüzden. Kimseyi memnun etmek için de çabalamaz aynı sebepten dolayı. Çünkü en başta kendisi, kendinden memnunken neden başkalarını da memnun etmeye çalışsın ki? Belki bir anne, çocuklarını ve sevdiği insanı memnun etmeye çalışmak zorunda olabilir, ama biz Bukowski'den bahsediyoruz. Aşırı düzenli ve özenli insanların yaptıkları tek şeyin birbirlerini memnun etmek olduğunu söyler bir anda onlardan oluşmuş bir topluluğa bakarken. Birçok eserinde olduğu gibi bu eserinde de kendisinin çocukluğuna dair izler görüyoruz. Bukowski'de şu sahne adeta bir klişedir: Babası onu her fırsat bulduğunda, kendisinin her kusurunda onu kayışla döver. Hatta belgeselinde bile kendisinin çocukken yaşadığı o eski eve gidip, kendisinin kayışla dövüldüğü köşeyi bile gösterir. Bahçeyi dolaşırlarken, "babamın biçilmemiş tek bir çimen bulması yeterliydi" der dayak yemesi konusunda. Bu kayışla dövme sırasında bir raddeden sonra artık ağlamaz hale gelir küçük Bukowski, bu noktadan sonra babası korkar ve onu dövmeyi bırakır. O noktadan sonra babasıyla artık rolleri soyutsal olarak değişmişlerdir. Bu kesitin birçok eserinde yeniden anılması, bu olayın Bukowski için çok önemli olduğunu gösteriyor. İnsan hayatında kimi olaylar dıştan bakıldığında görünürde çok ufak bir yer kaplasa bile, o insan için son derece önem taşıyor olabilir. Buna başka bir örnek Che'den de verebiliriz zannımca. Çatışmanın ortasında yerdeki terk edilmiş cephane sandığını gördüğünde yalnızca tek bir sandık taşıyabileceği için zaten o halde taşıyor olduğu sağlık sandığını bırakıp yerdeki cephane sandığını sırtlandığı an da Ernesto'nun yaşamında çok büyük bir yere sahipti. En ufak anlar bile bu yüzden insan hayatı için hayati önem taşır. Bizler geceler boyu o anların rüyasını görürüz belki de. Sokak lambası altında bir gece sevgilinin yavaşça koşması olabilir bu an, ya da aynada kendimize baktığımız en ufak bir an da. Eserdeki öyküler yine tam anlamıyla 'Bukowskivari'. Zannımca Bukowski ciddi bir yazar olarak o çok övdüğümüz yazarlardan biri haline de gelebilirdi. Ama bu da onun doğasına ters düşerdi, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmak ona göre başkalarını memnun etme çabasından başka bir şey değildir aslında. Her öyküde hayatından ufak ufak kesitler görünür bizlere. İş yaşamı; işe gir, işten atıl ya da ayrıl. İşe başla; işi sevme ve bir daha gitme o işe. At yarışları. Tanışılan entresan insanlar. Az parayla kalınan pansiyon odaları. Üstte bahsettiğim şeyi de açıklığa kavuşturup incelemeyi bitirmek istiyorum. Bukowski'ye dinlenme yazarım demiştim, ama bu onun önemini veya yoğunluğunu indirgemiyor aslında. Okurun, aracılar aracılığıyla yazarın kendisini veya düşüncelerini bulmaya ayrılan zihinsel çaba ile direkt olarak yazarın kendisini zaten görerek onu anlamaya çalışmanın yeri kesinlikle farklı. Bukowski okumayı seviyorsanız bu eserini kaçırmayın derim.
Büyük Zen Düğünü
Büyük Zen DüğünüCharles Bukowski · Metis Yayıncılık · 1999447 okunma
·
280 views
füreya okurunun profil resmi
Daha önce Bukowski'nin herhangi bir kitabını okumadım fakat merak ediyorum. İncelemeniz bu merakımı biraz daha arttırdı. Verdiğiniz örneklerle incelemenizi bir kat zenginleştirmişsiniz. Keyifle okudum. "Dinlenme yazarım" dediğinize göre sizin için önemli bir yazar olmalı. Sizce hangi kitaptan başlanmalı okumaya? Tavsiye de bulunursanız sevinirim.
Nympheutria okurunun profil resmi
Merakınızı bir nebze olsun artırabildiysem ne mutlu bana. Dinlenme yazarım dememin bir sebebi de Bukowskinin benim için, henüz çok fazla kitabını okumuş olmasam bile yakın bir dost haline gelmiş olmasıdır. İlk defa konuşmuş olduğumuz bir insanla, yıllardır dost olduğumuz biriyle konuşur gibi rahat olamayız değil mi? İşte Bukowski bende bu etkiyi yapıyor, tanıdık bir çehre beni rahatlatıyor. İlk defa tanıştığım bir yazardan sonra aşina olduğum bir yazara geri dönmek huzur veriyor bana. Ben şahsen Factotum kitabından başladım Bukowski okumaya. Açıkcası bu biraz da size kalmış. Her eserinde hayatının belirli dönemlerini anlatır kendisi. İster Factotum'dan başlayıp, iş hayatına şahit olup, eksik kalan parçaları sonradan birleştirebilirsiniz, isterseniz de daha önceki dönemlerini anlatan bir eseri ile de başlayabilirsiniz. Şahsen benim okuma şeklim parçaları birleştirme şeklinde ilerliyor, şikayetçi de değilim. :)
12 next answer
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.