Gönderi

Yangın Ormanından Püsküren Genç Fidanlar
Çok uzun seneler evveldi. Sene 1972, aylardan Mayıs. Günü önemli mi? Elbette önemli! Ayın da 6’sıydı. İşte bu 6 Mayıs 1972 tarihinde üç genç can verdi, darağacında. Size anlatacağım hikâye, kurgu bir hikâye değil, hayatın doğrudan kendisinden alınan bir hikâye. Aslında tam olarak bir devrimcilik hikâyesi de değil. Kaldı ki ben de devrimci veya 68 kuşağından değilim. Ben kim miyim? Onu da boş verin. Burada önemli olan, o üç genç. Hiç yaşlanamayan, hep 20’li yaşlarında kalan o üç genç. Sisli bir Ankara gecesiydi. Cezaevinde bir telaş hâkimdi. Emir cümleleri ve bunları uygulayanların ayak sesleri dışında ses yoktu. Üç genç, her biri kendi hücresinde, bekliyordu. Sanki birazdan ölüme gidecek olan onlar değildi. Az sonra serbest kalacaklar, ellerini kollarını sallayarak buradan çıkıp, sevdiklerine kavuşacaklarmışçasına sakinlerdi. Gece yarısından sonraydı. Art arda emirler duyuluyordu. En son gelen bir emirin ardından, hücrelerin tüm kapıları tek tek açıldı. Ayak sesleri önce Deniz’in hücresine yöneldi. Hücrenin içerisinde ayaklarına zincirler takıldı, elleri arkadan bağlandı ve hücreden dışarıya çıkarıldı. Zırhlı bir arabaya bindirildikten sonra, aynı işlemler Yusuf ve Hüseyin’e de yapıldı. Zırhlı araçlar, Mamak Askeri Cezaevi’nden, Merkez Cezaevi’ne doğru birbiri ardına harekete geçti. Merkez Cezaevi’ne gelince her biri ayrı odalara alındı. Başgardiyanın odasında oturan Deniz, son mektubunu yazdırmak ve sigara içmek istedi. Mektubunda babasına üzülmemelerini, kitaplarını kardeşine bıraktığını, annesini teselli etmesini ve 1969’da ölen Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istediğini söylüyordu. Son arzusu olarak da cezaevindeki ve dışardaki bütün devrimci arkadaşlarına selam yolladı. Bu sırada Yusuf da son arzusu olarak son bir kez Deniz’i görmek istediğini söyledi. İlk başta bu isteğine karşı çıkılsa da, görevlilerin içlerinde kalan insaf kırıntıları depreşmiş olacak ki, birbirleriyle görüşmelerini kabul edildi. Yusuf ve Deniz bu son yolculuklarında birbirlerine sessiz bakışlarla veda ettiler. Hüseyin’in ise son bir arzusu olmadı. O da Deniz ve Yusuf ile vedalaştı. Gece saat 01.00 Darağacına gidecek ilk isim Deniz olacaktı. Savcının zincirlerin çözülmesi emrini vermesi ile zincirleri çözmek için bir çaba başladı. Ancak hiçbir anahtar bir türlü zincirin kilidini açamıyordu. En sonunda başka bir görevli geldi ve kilidi açmayı başardı. Bu arada Deniz, son istek olarak postallarının bağlanmasını istedi. Postalları bağlandıktan sonra avludaki darağacına doğru gitmeye başladı. Deniz, ilmik boynuna geçtiğinde gecenin karanlığına bağırmaya başladı: “Yaşasın Türkiye halkının bağımsızlığı, yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi, yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun emperyalizm!” Deniz sözünü bitiremeden, cellat altındaki tabureyi çekti. Ancak uzun boyunu kimse hesaba katmamıştı. Ayakları masaya çarptı. Cellat hemen masayı da çekti. Saat 01.25’ti. 10 dakika sonra nabzına bakıldı, hâlâ nabzı atıyordu. Beklendi. 15 dakika sonra tekrar bakıldı, hâlâ nabzı atıyordu. Saat 02.15’e kadar bekledikten sonra ip kesildi. Deniz götürülürken, Yusuf yaklaşık bir saat önce Deniz’in çıktığı odaya getirildi. Zincirlerinin kilidi açıldı. Babasına ve köyündeki akrabalarına köy halkına yazdığı mektupları infaz savcısı aldı. Ancak bu mektuplardan babasına olan mektup verilmesine karşın, köyüne yazdığı mektup yerine hiçbir zaman ulaşmadı. Babasına yazdığı mektup, “Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım.” diye başlıyor, “Sağlıcakla kalın, hoşça kalın.” diye bitiyordu. Son defa sigara içmek ve tuvalete gitmek istedi. İki isteği de yerine getirildikten sonra, yavaş yavaş darağacına doğru gitti. İlmik boynuna geçirildiğinde yüksek sesle: “Ben halkımın bağımsızlığı ve mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm!” dedi. Cellat aceleyle hem tabureyi, hem masayı çekti. Saat 02.25’ti. 25 dakika kadar bekledikten sonra 02.50’de ip kesildi. Son olarak da Hüseyin, Deniz ve Yusuf’un daha önce olduğu odaya getirildi. Zincirleri çözülürken sigara ikram edildi. İçmedi. O da ailesine yazdığı kısa mektubun babasına verilmesini istedi. “Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.” diye başlayan bu son mektubu, “Candan selamlar…” diyerek bitiyordu. Hücresinden apar topar çıkarıldığı için, ayakkabılarını giyecek fırsatı olmamıştı, ayağında beyaz lastik pabuçları vardı. Hücresinde kalan ayakkabılarının askeri cezaevine hediye olmasını istedi. İdam gömleğini giyip darağacına yürüdü. Sehpaya çıktı ama tabureye çıkmadı. O da arkadaşları gibi gecenin karanlığını yırtan bir sesle şunları söyledi: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar, şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm!” Bu sözlerden sonra boynunu ilmiğe geçirdi ve ayağının altındaki tabureyi kendisi devirdi. Saat gece 03.00’tü. Gece yarısından sonra iki saat içinde üç idam da gerçekleştirilmişti. Devrime boş vakitlerini değil, bütün ömürlerini –daha doğrusu çeyrek asır kadar süren kısacık ömürlerini– adayan bu üç genç artık yoktu. Bu hikâye; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın 47. ölüm yıldönümlerinde, onları anmak adına, tamamen gerçeklerden derlenerek yazılmıştır. m.youtube.com/watch?v=TjE6UTN...
··
11 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.