Yüksek Topuklar, Yüksek Kafalar, Yüksek Egolar!Önyargılarımızı kazanmak için farkında olmaksızın uzun zaman çalışırız ama hayatta bazı şeylere de önyargılarımız yüzünden geç kalırız. Murathan Mungan benim önyargılarım sebebiyle geç kaldığım bir yazar. Mungan kafamda nedense aşk şiirleri yazan, nazik, çıtkırıldım bir Bey profili çiziyordu ta ki bu romanını okuyana dek. Kafamdaki putları tek tek yıktım! Mungan müthiş bir kalem.
Bir erkek yazarın, anlatıcıyı bir kadın kahraman seçip, kadın kahramanın ağzından roman yazmasını başlı başına büyük bir heyecanla okuyorum, çünkü bir kadın olarak bana anlatıcının kadın olduğunu hissettirmesini bekliyorum. Bu kitabı yazarını bilmeden okusaydım, %70 kadın bir yazarın kaleminden çıkmış derdim. Öyle ustaca bir kurgu söz konusu.
Kitap bana nedense lahanayı çağrıştırıyor, şimdi gönül isterdi ki sosyoloji ya da psikoloji bilip kitabı terminolojik sözcüklerle anlatmak ama maalesef ki sıradan bir okur olarak anlatacağım.
Evet nerde kalmıştık, lahana.. Size bu kitabın konusu şudur diyemem, çünkü her bölüm birbirinden farklı olarak çok katmanlı bir halde, bir çok konuya değiniyor. Lahana derken bahsettiğim şey şöyleki, misal anlatıcı kurgunun içinde kadınların ve erkeklerin toplumsal sınıf rollerini anlattığı bir olaydan sonra konunun bütünlüğü hiç bozmadan, Madımak katliamından bahsediyor. Türkiye’nin yakın tarihinde şahitlik edilen infial yaratmış, tarihe kötü birer anı olarak çentik atılmış olaylara çok ince dokunuşlarla değinmiş Mungan. Sanki bir roman okur gibi değilde yakın tarihin belleğini seyreder gibi hissettim bazı bölümlerde.
Kitap çok oyunculu bir tiyatro sahnesi gibi, sahnede sürekli, farklı bir kadının yaşamı, onun dünyası, bakış açısı, kaygıları, ihtirası, yalanları, egosu, kibri, saflığı, aslında bir kadından yola çıkarak insanın karmaşık matematiği binlerce kadın hikayesiyle birleşip ortaya bu roman çıkarılmış gibi sahnelenişi anlatılıyor. Yazarın dili öylesine şiirselki, ben ilk kez bu kadar iç monologu bir kitabı sıkılmadan okudum. Kitabın yarısından çoğu anlatıcının iç konuşmalarıyla, iç dünyasındaki hayatına dokunmuş, kadınlarla, erkeklerle, anılarla, kuşkularla, saplantılarla çekişme halinde geçiyor. Sürekli bir muhakeme var kitapta, geçmişin hayaletleri sırasınca tek tek intikam almak istercesine dönüp duruyor anlatıcının belleğinde. Belki de yazarın dünyayla olan muhakemesi bilemiyorum.
Bu kitabın bana hissettirdiği bir diğer duygu “yabancılaşma” yazarın anlatıcı üzerinden verdiği bu hissi nedense son bir yıldır kendimde de hissettiğimi farkediyorum. İnsanların bitmek bilmeyen lüzumsuz telaşları, ortalığı velveleye veren süper-egoları, dünyada biricik olduklarını düşünüp kendilerini sırça sarayların üstünde görmeleri, bir ağacın, bir bulutun güzelliğinden yoksun öylece dünyayı görmeyen gözlerle seyretmeleri yazarın bana hissettirdiği yabancılaşmanın bir kısmı. Hayatlarımızdaki eşya doluluğunun anlamsız boşluğu.. Tüketim toplumunun pençesine düşmüş biz zavallıların dünyasında, içine düştüğümüz boşluğun her geçen gün daha da derinleşip, daha ruhsuz, daha robot, bir halde bizi nasıl yuttuğunu, sonra nasıl kustuğunu bir bir öykülemiş sevgili Mungan.
Okuduğum ilk Mungan romanıydı ve tek kelimeyle müthiş bir gözlem yeteneğine sahip bir yazar, kelimeleri sihirli bir şekilde kullanmayı da iyi biliyor. Okuyanı kesinlikle pişman etmez :)
Keyifli okumalarınız olsun.