Tüm alıntılar
Marya
Aleksandrovna,
Napolyon’un
alabildiğine yükseldikten sonra başının neden
döndüğünü söyler misiniz bana?…
“Bakalım, şimdi bu zor durumda
ne yapacak bizim Marya Aleksandrovna?”
Afanasi Matyeviç oldukça kerli ferli
görünüşlü, ahlâkça da hayli mazbut bir adamdı.
Gel gelelim, tehlikeli durumlarda apışıp kalırdı.
isim günü toplantılarında beyaz kravatıyla pek
heybetli görünse de ne yazık ki, ağzını açar
açmaz heybeti de sönüverirdi. O konuşunca,
kusura bakmayın, ama kulakları tıkayıp
kaçmaktan başka çare yoktu. Anlayacağınız,
adamcağız Marya Aleksandrovna’nın hiç mi hiç
dengi değildi; herkes bu fikirdeydi. Karısının
böyle işlerdeki dehası sayesinde mevkiinde
tutunabiliyordu
Zinaida
Afanasyevna’ya ait bir buçuk yıl önceki çirkin
hadiseyi hatırlar mısınız? Zinaida tartışılmayacak
derecede güzel, örnek terbiye görmüş bir kızdır.
Buna rağmen yirmi üç yaşında hâlâ bekârdır.
Zina’nın bu zamana kadar kocasız kalmasının
sebeplerinden biri bir buçuk yıl önce ilimizde
değersiz bir öğretmenle arasında geçenlere dair
hayli karışık söylentilerdi; bu söylentiler şu ana
kadar da kesilmedi. Hâlâ Zina’nın yazdığı bir
aşk mektubundan, mektubun Mordasov’da
şunun bunun elinde gezdiğinden bahsediliyor.
Fakat söylesenize; mektubu gözüyle gören oldu
mu? Elden ele gezmiş de sonra ne olmuş bu
mektuba? Hakkında herkes bir şeyler duymuş
ama gören yok… Daha doğrusu ben, bu
mektubu gören tek bir kişiye rastlamadım. Ama
Marya Aleksandrovna’ya bu konudan söz
açacak olsanız açıkça anlamazlıktan gelir.
fiimdi, bunun gerçekten olduğunu, yani Zina’nın
o mektubu yazdığını farz edelim; (tahminime
göre bu yüzde yüz olmuştu ya…) Marya. Zina’nın evlenmeyişine bir de şu bakımdan
şaşmamalı; Mordasov’da ona göre koca var
mıydı? Zina ancak serveti yerinde, muhteşem bir
prense varabilir. Onun gibi güzeller güzeline
ancak bu layıktır! Yalnız dehşetli mağrur,
haddinden fazla mağrurdur. Bazılarının
dediklerine göre, Mozglyakov adında biri
istemiş, ama bu evlenmeye olacak gözüyle
bakan yok. Mozglyakov genç, yakışıklı, şık bir
delikanlı; yüz elli nüfuslu, ipoteksiz bir köyü
var, kendisi Petersburglu…. Ama başında kavak
yelleri esiyor; uçarı, birtakım yeni fikirlere
saplanmış zevzeğin biri! Zaten yüz elli can pek
de çok sayılmaz; üstelik araya yeni fikirler de
karışınca… Olacak iş değil bu evlenme!
Prens K.’nın aslında pek o kadar ihtiyar
olmadığı halde, bakıldığında o anda oracığa. yıkılıverecekmiş gibi görünen; o derece çökmüş,
daha doğrusu yıpranmış bir hali olduğunu
söyleyerek söze başlayalım. Mordasov’da Prens
K. hakkında son derece tuhaf, adeta akla hayale
sığmaz şeyler anlatılırdı. ihtiyarın biraz kaçık
olduğunu söyleyenler de vardı. Herkesin en çok
şaştığı, dört bin nüfuslu bir köyün sahibi,
tanınmış, büyük bir aileye mensup, istese
şehirde önemli roller oynayabilecek bir
muhteşem malikânesine çekilerek sessiz sedasız,
tek başına yaşamasıydı. Çoğu kimse onu altı
yedi yıl önce Mordasov’a geldiği zamandan
tanıyordu. Hepsi onun, o zamanlar yalnızlıktan
asla hoşlanmadığı gibi bir keşişe de hiç
benzemediği konusunda kesin olarak
birleşiyorlardı.
Ben de Prens hakkında güvenilir bir
kaynaktan şunları öğrenmiştim:
Prens gençliğinde, yani pek uzak bir mazide,
çok parlak bir hayat yaşamıştı. Eğlenmiş,
çapkınlık etmiş, birkaç kere Avrupa’ya gidip har
vurup harman savurmuştu. Pek parlak bir zekâsı
olmadığı söyleniyordu. Servetini tükettikten sonra ihtiyarlık günlerinde meteliksiz kaldığının
farkına varmış. Dostlarından biri ona, açık
artırmaya çıkarılmış köyüne dönmesini tavsiye
etmiş. Prens, Mordasov’a gelmiş, tam altı ay
kalarak alabildiğine eğlenmiş. Taşra hayatı pek
sarmış onu! Taşralı bayanlarla ahbaplığı
ilerletirken son kalan paralarını da tüketmiş.
Zaten aslında, sırtına vurulup lokması alınacak
yaradılıştaymış. Buna, kendine göre prensvari
cömertliği de eklenince netice malum. Gene de
bu eli açıklık Mordasov’da yüksek sosyetenin
icaplarından sayılır; kınanacak yerde cazibeli
bulunur. Bilhassa burjuva kadınları sevimli
misafirin hayranıymışlar.
Prensin Mordasov’daki hayatına dair epey
merak uyandıracak türden hatıraları varmış.
Prensin gününün büyük bir kısmını nasıl süsüyle
uğraşarak geçirdiğine dair anlattıkları ilgi
çekiciydi. Vücudu ayrı ayrı parçalardan yapılmış
gibiymiş. Nerde ve nasıl bu derece hırpalanıp
yıprandığını bilen yoktu. Saçları, bıyıkları,
favorileri, hatta ince ispanyol sakalı son kılına
kadar hep takmaymış. Her gün yüzüne düzgünce allık sürermiş; hatta yüzündeki
kırışıkları özel ince tellerle düzelttiğini iddia
edenler vardı. Sözde, bu telleri saçlarının arasına
saklarmış… italya seyahatlerinden birinde
çapkınlık ederken pencereden atlayarak kaburga
kemiğini kırmış, bu yüzden korsa giydiği
söylenirdi. Sol ayağı topaldı; o ayağı da güya
takmaymış… Ayağını Paris’te bir aşk
macerasında kırıp kaybetmiş, yerine takılan
yenisi mantardan yapmaymış. insanoğlu bu,
canının istediğini söyler! Ama sağ gözünün, çok
ustalıkla yapılmış bir cam göz olduğu gerçekti.
Dişleri de kendisinin değil, yapmaymış. Prens
bütün gün bir sürü patentli sularla yıkanır,
kokular, pomatlar sürüp sürüştürürmüş. Ama
onun o sıralar bile gözle görünür şekilde
çökmeye ve çekilmez derecede gevezeleşmeye
başladığı hatırlardadır. Yıldızı göz göre göre
sönüyordu… Meteliksiz kaldığını duymayan
yoktu. Tam o sıralar, hiç beklenmedik bir anda,
ömrünü Paris’te geçiren ve yakın akrabalarından
olduğu halde Prensin mirasçısı olması için en
ufak ümit taşımadığı çok ihtiyar bir kadın.
ölüverdi. Kadın ölmeden bir ay önce kanunî
mirasçısını gömdüğü için talih kuşu Prensin
başına kondu. Mordasov’dan altmış beş
kilometre uzaklıkta dört bin nüfuslu bir malikâne
hiç bölünmeden ona geçti. Miras işlerini
tamamlamak için Petersburg’a gitti.
Bayanlarımız hep birlikte ona çok parlak bir
veda ziyafeti çektiler. Prensin o ziyafette ne
derece neşeli olduğunu hâlâ hatırlayanlar vardır;
kelime oyunları yapmış, herkesi katılasıya
güldürmüş, acayip hikâyeler anlatmış…
Prensle uzaktan akrabalığı olan Anna
Nikolayevna Antipova içerlemişti.
Bütün bu meselelerin aslını öğrenmek için
nasıl olsa doğrudan doğruya Marya
Aleksandrovna’ya uğramak gerektiğinden
sevgili okuyucularımızdan da oraya
buyurmalarını rica edeceğiz. Gerçi henüz
sabahın onu, ama hanımefendinin yakın
ahbaplarını kabul edeceğini umarım. Hiç
olmazsa bizleri gerisin geri kapıdan çevirmez.
Petrovna Zyablova durmakta. Bu kadın
hakkında birkaç söz söylemeden geçmeyelim.
ilk kocası subaydı. iki çocuğunu yatılı okulda
okutuyor. Hali, tavrı oldukça serbest. Otuzunu
geçkin, siyah saçlı, tazeliği henüz yerinde, canlı
koyu kahverengi gözleri fıldır fıldır dönen,
oldukça güzel bir kadın. Daima neşelidir,
kahkahası hiç eksik olmaz; oldukça da kurnaz,
dedikoducu ve işini bilen bir bayandır. Tekrar
evlenmek için de can atıyor.
Bay Mozglyakov’dur.
Marya Aleksandrovna, içinden delikanlıyı kofça
bulmakla beraber iyi karşılıyor. Kızına talip olan
Mozglyakov, kendi deyişiyle Zina’yı “çılgınca”
seviyor… Konuşurken gözlerini ondan
ayırmıyor, esprileri ve neşesiyle kızı güldürmeye
çalışıyor. Ama Zinaida Afanasi Matyeviç açıkça
yüz çeviriyor ona. fiu anda piyanonun yanında
durmuş, parmağıyla notanın sayfalarını
karıştırıyor…
Sabahın
altısında son istasyon igişevo’ya geldim
Prensin ihtiyar bir adam olduğu ilk bakışta
anlaşılmıyordu. insanın, karşısında canlı bir ölü
bulunduğunu fark etmesi için yakından ve
dikkatli bir inceleme yapması gerekiyordu. Bu
mumyanın gençleştirilmesi için sanatın her
imkânına başvurulmuştu.
“Ama bunların hepsi, yaşadığı feci hayatın,
cehennemlik bir kadının baskısı altında geçirdiği
korkunç beş yılın tabii sonucu… Adama
acıyacağınız yerde eğleniyorsunuz onunla. Evet,
beni bile tanımadı; siz de şahitsiniz. Orası öyle!
Prensi ne bahasına olursa olsun kurtarmak lazım.
Avrupa’ya gitmesini söyledim; belki
““Bu adama karşı nefretine tamamıyla hak
veriyorum kızım. Bağlanamadığın birisini
ömrünün sonuna kadar sevmek için tanrı
huzurunda yemin etmek çok acıdır.
Aynaya bak bir kere; öylesine
güzelsin ki, insan güzelliğine bir krallık feda
eder! Sen de bu nimeti, en iyi çağını bir ihtiyara
cömertçe feda ediyorsun. Muhteşem bir yıldız
gibi hayatının gurubunu aydınlatacaksın…
incinmiş kalbine
uygun bir uğraş, bir kahramanlık bu. Sen de bir
insanın yaralarını tedavi edeceksin. Gördün mü
Zina, bunun bencillik, alçaklık neresinde?
Ümitlendir, aşkını vaad et;
*Albayın karısı Sofya Petrovna Karpuhina’nın
kargaya benzerliği ancak manevi bakımdandı.
Vücutça daha çok serçeyi andırıyordu. Ufak
tefek, keskin bakışlı, çil ve sarı lekelerle dolu
yüzüyle ellilik bir kadındı. ince, çevik bacakların
taşıdığı bu ufarak, kupkuru gövde koyu renk
ipek bir elbiseye bürünmüştü. içinde durmadan
kıpırdandığı için elbise birtakım hışırtılar
çıkarıyordu.
Karpuhina muzır, kinci bir dedikoducuydu.
Albay karısı olmakla bozmuştu. Emekli
kocasıyla ikide bir kavga ediyor, adamcağızın
suratını tırmık içinde bırakıyordu. Üstelik sabah
akşam dörder kadeh votka içmeyi âdet
edinmişti. Bir hafta önce onu evinden kovan
Anna Nikolayevna’dan ve kovulmaya sebep
olan Natalya Dmitriyevna’dan ölesiye nefret
ederdi.
şüphesiz insanlar
fikir ayrılığına rağmen birbirlerine saygı
duyabilirler.
Ah mon ami, insanın ağzından neler
çıkıvermez ki! insan kusursuz olur mu, ben de
yanılabilirim.
müzikle
canlanmış hatıralarıyla coşmuş yaşlı kalbi epey
zamandır ilk olarak hızlı hızlı çarpıyordu
“Neden kendinizi mahvediyorsunuz Prens?”
diye başladı. “Siz de bunca duygu, yaşama
gücü, ruh güzelliği varken ömrünüzün sonuna
kadar ıssızlığa çekilmek!.. insanlardan,
dostlardan kaçmak!
“Delicesine aşığım!” diye bağırdı. “Uğruna
hayatımı fedaya hazırım. Ah, bir ümidim olsa…
Kalbimi ona vermeyi teklif edebilsem… Bana
her gün şar-kı-lar söy-ler-di, ben de yüzüne
bakar, baktıkça bakardım… Ah ya Rabbim!
“Delicesine aşığım!”
“Duysanız bile beni neyle suçlayabilirsiniz?
Beni suçlamaya ne hakkınız var? Ne hakla bu
kadar küstahça konuşuyorsunuz?”
“Ben mi? Ne hakla mı?!.. Bir de
soruyorsunuz! Prensle evlenecekmişsiniz, beni
çiğneyip geçerek… Ne ala! Bana söz verdiniz,
söz!”
“Ne zaman?”
“Nasıl ne zaman?”
“Evet. Daha bu sabah size kesin olarak
müspet bir şey söyleyemeyeceğimi bildirmemiş
miydim?”
“Geri çevirmediniz ama, kesin olarak da
reddetmediniz beni; şu halde yedeğe
ayırmıştınız… Oynuyordunuz benimle!”
O,
bir güvercin kadar temizdir.
Guadalkevir’in, aşksız yaşamak
mümkün olmayan, güllerin öpücüklerinin
havada uçuştuğu aşk diyarı ispanya’ya…
“Deliler gibi seviyorum onu, her şeyi, her şeyi
feda etmeye hazırım!”
“Zina,” diyordu; “başımda ağlama, üzülme,
yakında öleceğimi hatırlatma bana n’olursun!
Sana hep şu anda baktığım gibi bakacağım.
Ruhlarımızın tekrar birleştiğini, beni affettiğini
hissedeceğim. Eskisi gibi ellerini öpeceğim ve
belki farkına varmadan öleceğim. Zayıflamışsın
sen Zinacığım! Meleğim benim, ne kadar
şefkatle bakıyorsun bana… Benimle nasıl alay
ettiğini hatırlıyor musun? Hatırlıyor musun?.. Ah
Zina, senden af dilemiyorum, olanları hatırlamak
bile istemiyorum çünkü. Sen belki beni affettin,
ama ben kendimi asla affetmeyeceğim
Zinacığım! Uzun, uykusuz, korkunç gecelerim
oldu Zina. O gecelerde, bu yatakta çok, pek çok
şey düşündüm ve ölmenin daha iyi olacağına
kanaat getirdim. Hayatta yerim yoktu
Zinacığım.” Zina ağlıyor, hastayı susturmak ister
gibi ellerini sessizce sıkıyordu.
“Benimle karşılaşmamış olsaydın,
sevmeseydin beni yaşardın…” dedi Zina. “Ah,
niçin, niçin birbirimize rastladık!
“Hayır, hayır asla. Hiç evlenmeyeceğim ben!..
Benim tek sevgilim sensin
Her şey ölür Zinacığım, her şey, hatıralar
bile… O yüce duygularımız da… Yerine
ağırbaşlılık gelir. Niye şikayet edelim!
Yaşıyorsun, mutlu olmaya bak. içinden gelirse
sev; ölenle ölünmez. Yalnız, seyrek de olsa,
hatırla beni. Kötü şeyleri hatırına getirme, affet
bunları, aşkımızda iyi şeyler de vardı Zinacığım!
Ah o ne tatlı, geri gelmez günlerdi!.. Hayır
hayır!.. Neden öleyim?.. Ah yeniden hayata
kavuşmayı ne kadar isterdim şimdi! O günleri
hatırlar mısın Zina? Bahardı, güneş ışıl ışıldı,
ortalık çiçek doluydu, çevremiz bayram
şenliğindeydi sanki… Ya şimdi… Bak, bak!”
Kızgın atlar, kar bulutları kaldırarak çıngırak
sesleri arasında uçarcasına yol alıyordu.