Gönderi

176 syf.
7/10 puan verdi
Tüm alıntılar Marya Aleksandrovna, Napolyon’un alabildiğine yükseldikten sonra başının neden döndüğünü söyler misiniz bana?… “Bakalım, şimdi bu zor durumda ne yapacak bizim Marya Aleksandrovna?” Afanasi Matyeviç oldukça kerli ferli görünüşlü, ahlâkça da hayli mazbut bir adamdı. Gel gelelim, tehlikeli durumlarda apışıp kalırdı. isim günü toplantılarında beyaz kravatıyla pek heybetli görünse de ne yazık ki, ağzını açar açmaz heybeti de sönüverirdi. O konuşunca, kusura bakmayın, ama kulakları tıkayıp kaçmaktan başka çare yoktu. Anlayacağınız, adamcağız Marya Aleksandrovna’nın hiç mi hiç dengi değildi; herkes bu fikirdeydi. Karısının böyle işlerdeki dehası sayesinde mevkiinde tutunabiliyordu Zinaida Afanasyevna’ya ait bir buçuk yıl önceki çirkin hadiseyi hatırlar mısınız? Zinaida tartışılmayacak derecede güzel, örnek terbiye görmüş bir kızdır. Buna rağmen yirmi üç yaşında hâlâ bekârdır. Zina’nın bu zamana kadar kocasız kalmasının sebeplerinden biri bir buçuk yıl önce ilimizde değersiz bir öğretmenle arasında geçenlere dair hayli karışık söylentilerdi; bu söylentiler şu ana kadar da kesilmedi. Hâlâ Zina’nın yazdığı bir aşk mektubundan, mektubun Mordasov’da şunun bunun elinde gezdiğinden bahsediliyor. Fakat söylesenize; mektubu gözüyle gören oldu mu? Elden ele gezmiş de sonra ne olmuş bu mektuba? Hakkında herkes bir şeyler duymuş ama gören yok… Daha doğrusu ben, bu mektubu gören tek bir kişiye rastlamadım. Ama Marya Aleksandrovna’ya bu konudan söz açacak olsanız açıkça anlamazlıktan gelir. fiimdi, bunun gerçekten olduğunu, yani Zina’nın o mektubu yazdığını farz edelim; (tahminime göre bu yüzde yüz olmuştu ya…) Marya. Zina’nın evlenmeyişine bir de şu bakımdan şaşmamalı; Mordasov’da ona göre koca var mıydı? Zina ancak serveti yerinde, muhteşem bir prense varabilir. Onun gibi güzeller güzeline ancak bu layıktır! Yalnız dehşetli mağrur, haddinden fazla mağrurdur. Bazılarının dediklerine göre, Mozglyakov adında biri istemiş, ama bu evlenmeye olacak gözüyle bakan yok. Mozglyakov genç, yakışıklı, şık bir delikanlı; yüz elli nüfuslu, ipoteksiz bir köyü var, kendisi Petersburglu…. Ama başında kavak yelleri esiyor; uçarı, birtakım yeni fikirlere saplanmış zevzeğin biri! Zaten yüz elli can pek de çok sayılmaz; üstelik araya yeni fikirler de karışınca… Olacak iş değil bu evlenme! Prens K.’nın aslında pek o kadar ihtiyar olmadığı halde, bakıldığında o anda oracığa. yıkılıverecekmiş gibi görünen; o derece çökmüş, daha doğrusu yıpranmış bir hali olduğunu söyleyerek söze başlayalım. Mordasov’da Prens K. hakkında son derece tuhaf, adeta akla hayale sığmaz şeyler anlatılırdı. ihtiyarın biraz kaçık olduğunu söyleyenler de vardı. Herkesin en çok şaştığı, dört bin nüfuslu bir köyün sahibi, tanınmış, büyük bir aileye mensup, istese şehirde önemli roller oynayabilecek bir muhteşem malikânesine çekilerek sessiz sedasız, tek başına yaşamasıydı. Çoğu kimse onu altı yedi yıl önce Mordasov’a geldiği zamandan tanıyordu. Hepsi onun, o zamanlar yalnızlıktan asla hoşlanmadığı gibi bir keşişe de hiç benzemediği konusunda kesin olarak birleşiyorlardı. Ben de Prens hakkında güvenilir bir kaynaktan şunları öğrenmiştim: Prens gençliğinde, yani pek uzak bir mazide, çok parlak bir hayat yaşamıştı. Eğlenmiş, çapkınlık etmiş, birkaç kere Avrupa’ya gidip har vurup harman savurmuştu. Pek parlak bir zekâsı olmadığı söyleniyordu. Servetini tükettikten sonra ihtiyarlık günlerinde meteliksiz kaldığının farkına varmış. Dostlarından biri ona, açık artırmaya çıkarılmış köyüne dönmesini tavsiye etmiş. Prens, Mordasov’a gelmiş, tam altı ay kalarak alabildiğine eğlenmiş. Taşra hayatı pek sarmış onu! Taşralı bayanlarla ahbaplığı ilerletirken son kalan paralarını da tüketmiş. Zaten aslında, sırtına vurulup lokması alınacak yaradılıştaymış. Buna, kendine göre prensvari cömertliği de eklenince netice malum. Gene de bu eli açıklık Mordasov’da yüksek sosyetenin icaplarından sayılır; kınanacak yerde cazibeli bulunur. Bilhassa burjuva kadınları sevimli misafirin hayranıymışlar. Prensin Mordasov’daki hayatına dair epey merak uyandıracak türden hatıraları varmış. Prensin gününün büyük bir kısmını nasıl süsüyle uğraşarak geçirdiğine dair anlattıkları ilgi çekiciydi. Vücudu ayrı ayrı parçalardan yapılmış gibiymiş. Nerde ve nasıl bu derece hırpalanıp yıprandığını bilen yoktu. Saçları, bıyıkları, favorileri, hatta ince ispanyol sakalı son kılına kadar hep takmaymış. Her gün yüzüne düzgünce allık sürermiş; hatta yüzündeki kırışıkları özel ince tellerle düzelttiğini iddia edenler vardı. Sözde, bu telleri saçlarının arasına saklarmış… italya seyahatlerinden birinde çapkınlık ederken pencereden atlayarak kaburga kemiğini kırmış, bu yüzden korsa giydiği söylenirdi. Sol ayağı topaldı; o ayağı da güya takmaymış… Ayağını Paris’te bir aşk macerasında kırıp kaybetmiş, yerine takılan yenisi mantardan yapmaymış. insanoğlu bu, canının istediğini söyler! Ama sağ gözünün, çok ustalıkla yapılmış bir cam göz olduğu gerçekti. Dişleri de kendisinin değil, yapmaymış. Prens bütün gün bir sürü patentli sularla yıkanır, kokular, pomatlar sürüp sürüştürürmüş. Ama onun o sıralar bile gözle görünür şekilde çökmeye ve çekilmez derecede gevezeleşmeye başladığı hatırlardadır. Yıldızı göz göre göre sönüyordu… Meteliksiz kaldığını duymayan yoktu. Tam o sıralar, hiç beklenmedik bir anda, ömrünü Paris’te geçiren ve yakın akrabalarından olduğu halde Prensin mirasçısı olması için en ufak ümit taşımadığı çok ihtiyar bir kadın. ölüverdi. Kadın ölmeden bir ay önce kanunî mirasçısını gömdüğü için talih kuşu Prensin başına kondu. Mordasov’dan altmış beş kilometre uzaklıkta dört bin nüfuslu bir malikâne hiç bölünmeden ona geçti. Miras işlerini tamamlamak için Petersburg’a gitti. Bayanlarımız hep birlikte ona çok parlak bir veda ziyafeti çektiler. Prensin o ziyafette ne derece neşeli olduğunu hâlâ hatırlayanlar vardır; kelime oyunları yapmış, herkesi katılasıya güldürmüş, acayip hikâyeler anlatmış… Prensle uzaktan akrabalığı olan Anna Nikolayevna Antipova içerlemişti. Bütün bu meselelerin aslını öğrenmek için nasıl olsa doğrudan doğruya Marya Aleksandrovna’ya uğramak gerektiğinden sevgili okuyucularımızdan da oraya buyurmalarını rica edeceğiz. Gerçi henüz sabahın onu, ama hanımefendinin yakın ahbaplarını kabul edeceğini umarım. Hiç olmazsa bizleri gerisin geri kapıdan çevirmez.    Petrovna Zyablova durmakta. Bu kadın hakkında birkaç söz söylemeden geçmeyelim. ilk kocası subaydı. iki çocuğunu yatılı okulda okutuyor. Hali, tavrı oldukça serbest. Otuzunu geçkin, siyah saçlı, tazeliği henüz yerinde, canlı koyu kahverengi gözleri fıldır fıldır dönen, oldukça güzel bir kadın. Daima neşelidir, kahkahası hiç eksik olmaz; oldukça da kurnaz, dedikoducu ve işini bilen bir bayandır. Tekrar evlenmek için de can atıyor. Bay Mozglyakov’dur. Marya Aleksandrovna, içinden delikanlıyı kofça bulmakla beraber iyi karşılıyor. Kızına talip olan Mozglyakov, kendi deyişiyle Zina’yı “çılgınca” seviyor… Konuşurken gözlerini ondan ayırmıyor, esprileri ve neşesiyle kızı güldürmeye çalışıyor. Ama Zinaida Afanasi Matyeviç açıkça yüz çeviriyor ona. fiu anda piyanonun yanında durmuş, parmağıyla notanın sayfalarını karıştırıyor… Sabahın altısında son istasyon igişevo’ya geldim Prensin ihtiyar bir adam olduğu ilk bakışta anlaşılmıyordu. insanın, karşısında canlı bir ölü bulunduğunu fark etmesi için yakından ve dikkatli bir inceleme yapması gerekiyordu. Bu mumyanın gençleştirilmesi için sanatın her imkânına başvurulmuştu. “Ama bunların hepsi, yaşadığı feci hayatın, cehennemlik bir kadının baskısı altında geçirdiği korkunç beş yılın tabii sonucu… Adama acıyacağınız yerde eğleniyorsunuz onunla. Evet, beni bile tanımadı; siz de şahitsiniz. Orası öyle! Prensi ne bahasına olursa olsun kurtarmak lazım. Avrupa’ya gitmesini söyledim; belki ““Bu adama karşı nefretine tamamıyla hak veriyorum kızım. Bağlanamadığın birisini ömrünün sonuna kadar sevmek için tanrı huzurunda yemin etmek çok acıdır. Aynaya bak bir kere; öylesine güzelsin ki, insan güzelliğine bir krallık feda eder! Sen de bu nimeti, en iyi çağını bir ihtiyara cömertçe feda ediyorsun. Muhteşem bir yıldız gibi hayatının gurubunu aydınlatacaksın… incinmiş kalbine uygun bir uğraş, bir kahramanlık bu. Sen de bir insanın yaralarını tedavi edeceksin. Gördün mü Zina, bunun bencillik, alçaklık neresinde? Ümitlendir, aşkını vaad et; *Albayın karısı Sofya Petrovna Karpuhina’nın kargaya benzerliği ancak manevi bakımdandı. Vücutça daha çok serçeyi andırıyordu. Ufak tefek, keskin bakışlı, çil ve sarı lekelerle dolu yüzüyle ellilik bir kadındı. ince, çevik bacakların taşıdığı bu ufarak, kupkuru gövde koyu renk ipek bir elbiseye bürünmüştü. içinde durmadan kıpırdandığı için elbise birtakım hışırtılar çıkarıyordu. Karpuhina muzır, kinci bir dedikoducuydu. Albay karısı olmakla bozmuştu. Emekli kocasıyla ikide bir kavga ediyor, adamcağızın suratını tırmık içinde bırakıyordu. Üstelik sabah akşam dörder kadeh votka içmeyi âdet edinmişti. Bir hafta önce onu evinden kovan Anna Nikolayevna’dan ve kovulmaya sebep olan Natalya Dmitriyevna’dan ölesiye nefret ederdi. şüphesiz insanlar fikir ayrılığına rağmen birbirlerine saygı duyabilirler. Ah mon ami, insanın ağzından neler çıkıvermez ki! insan kusursuz olur mu, ben de yanılabilirim. müzikle canlanmış hatıralarıyla coşmuş yaşlı kalbi epey zamandır ilk olarak hızlı hızlı çarpıyordu “Neden kendinizi mahvediyorsunuz Prens?” diye başladı. “Siz de bunca duygu, yaşama gücü, ruh güzelliği varken ömrünüzün sonuna kadar ıssızlığa çekilmek!.. insanlardan, dostlardan kaçmak! “Delicesine aşığım!” diye bağırdı. “Uğruna hayatımı fedaya hazırım. Ah, bir ümidim olsa… Kalbimi ona vermeyi teklif edebilsem… Bana her gün şar-kı-lar söy-ler-di, ben de yüzüne bakar, baktıkça bakardım… Ah ya Rabbim! “Delicesine aşığım!” “Duysanız bile beni neyle suçlayabilirsiniz? Beni suçlamaya ne hakkınız var? Ne hakla bu kadar küstahça konuşuyorsunuz?” “Ben mi? Ne hakla mı?!.. Bir de soruyorsunuz! Prensle evlenecekmişsiniz, beni çiğneyip geçerek… Ne ala! Bana söz verdiniz, söz!” “Ne zaman?” “Nasıl ne zaman?” “Evet. Daha bu sabah size kesin olarak müspet bir şey söyleyemeyeceğimi bildirmemiş miydim?” “Geri çevirmediniz ama, kesin olarak da reddetmediniz beni; şu halde yedeğe ayırmıştınız… Oynuyordunuz benimle!” O, bir güvercin kadar temizdir. Guadalkevir’in, aşksız yaşamak mümkün olmayan, güllerin öpücüklerinin havada uçuştuğu aşk diyarı ispanya’ya… “Deliler gibi seviyorum onu, her şeyi, her şeyi feda etmeye hazırım!” “Zina,” diyordu; “başımda ağlama, üzülme, yakında öleceğimi hatırlatma bana n’olursun! Sana hep şu anda baktığım gibi bakacağım. Ruhlarımızın tekrar birleştiğini, beni affettiğini hissedeceğim. Eskisi gibi ellerini öpeceğim ve belki farkına varmadan öleceğim. Zayıflamışsın sen Zinacığım! Meleğim benim, ne kadar şefkatle bakıyorsun bana… Benimle nasıl alay ettiğini hatırlıyor musun? Hatırlıyor musun?.. Ah Zina, senden af dilemiyorum, olanları hatırlamak bile istemiyorum çünkü. Sen belki beni affettin, ama ben kendimi asla affetmeyeceğim Zinacığım! Uzun, uykusuz, korkunç gecelerim oldu Zina. O gecelerde, bu yatakta çok, pek çok şey düşündüm ve ölmenin daha iyi olacağına kanaat getirdim. Hayatta yerim yoktu Zinacığım.” Zina ağlıyor, hastayı susturmak ister gibi ellerini sessizce sıkıyordu. “Benimle karşılaşmamış olsaydın, sevmeseydin beni yaşardın…” dedi Zina. “Ah, niçin, niçin birbirimize rastladık! “Hayır, hayır asla. Hiç evlenmeyeceğim ben!.. Benim tek sevgilim sensin Her şey ölür Zinacığım, her şey, hatıralar bile… O yüce duygularımız da… Yerine ağırbaşlılık gelir. Niye şikayet edelim! Yaşıyorsun, mutlu olmaya bak. içinden gelirse sev; ölenle ölünmez. Yalnız, seyrek de olsa, hatırla beni. Kötü şeyleri hatırına getirme, affet bunları, aşkımızda iyi şeyler de vardı Zinacığım! Ah o ne tatlı, geri gelmez günlerdi!.. Hayır hayır!.. Neden öleyim?.. Ah yeniden hayata kavuşmayı ne kadar isterdim şimdi! O günleri hatırlar mısın Zina? Bahardı, güneş ışıl ışıldı, ortalık çiçek doluydu, çevremiz bayram şenliğindeydi sanki… Ya şimdi… Bak, bak!” Kızgın atlar, kar bulutları kaldırarak çıngırak sesleri arasında uçarcasına yol alıyordu.
Amcanın Rüyası
Amcanın RüyasıFyodor Dostoyevski · Antik Kitap · 20133,325 okunma
·
264 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.