Gürültüde, gürültüyü bastıracak şekilde bağırmak
zorundayım galiba. “Yıkılmadık ayaktayız”, “Yenilmedik çelik gibiyiz” gibi şeyler...
Sanırım gürültüde, irili ufaklı, bir takım cahil kasaba
kurnazlarından daha akıllı olduğumu onlarla alay ederek
göstermek zorundayım.
Hem yazardan hem yazmadan yaşayandan beklenen bunlar. Öyle görünüyor ki bugün, bu gürültüde “kahramanca” davranmanın tavsiye edilen yolu bu. Fakat arkadaşlar, bal gibi yenik durumdayız. Yenik takımın kendi kendine yeniyormuş numarası yaparak taktik geliştirmesinin manası ne? 6-0 yenikken ve takımdaki hemen hemen bütün oyuncular saha kenarında cezalı otururken, tribünlere “Biz kazanacağız” diye bağırmanın muteber yanı var mı?
Gerçeklikle yüzleşmekten kaçmaya dönüşünce umutlu
olmanın hakikaten faydalı bir tarafı var mı? Maçın şu
dakikasında artık tek seçeneğin bir “şeref golü” atmak
olduğu açık değil mi? Onurlu kalmak yani...
“Büyük hesaplar Ece’ciğim” dedi telefondaki ses, “Bizi aşan
hesaplar.”
Dostluklarımızın dünya büyüklüğünde politik hesaplarla
sınandığı bir zamanda geçiyoruz. Bugünler, insanın
alçalabileceği derinliğin ve yükselebileceği dorukların
korkuyla ölçüldüğü günler. Eskiden, her şey az biraz daha
normalken şöyle derdik, “Bir insanın ederi ya yolda anlaşılır
ya rakı masasında.” Şimdi cezaevi kapılarında,
mahkemelerde, esasen Amerika’da birilerinin yönetmekte
olduğu Twitter, Facebook, Instagram gibi iletişim
servislerinin, düne kadar olmayan, bir günde de yok olabilecek dijital sayfalarında. Buralarda, sığışmaya
çalıştığımız kantarlarda tartıyor hayat bizi; büsbütün
mağlupların ligindeyiz. Nasıl bir kazanma planı yapacaksak,
nasıl bir hayat taktiği olacaksa geliştireceğimiz, gerçeklerden yola çıkmalı.
Ve ben gerçeklerden söz ettiğimde beni
kötümserlikle, umut bükücülükle, yenilgi romantiği olmakla
suçlamayınız. Gerçekleri gerçekçi olmayan umutlarla
cilalamaya çalışmak ne bizim işimize yarıyor, ne tarihin. Ben bize inanıyorum, inandığım için gerçeklerden bahsedecek cesarette olduğumuzu varsayıyorum. Aramızda, umutsuzluğun yıpratamayacağı bir ahbaplık diliyorum.
Durmadan kaybeden takımın oyuncuları ne yapar?
Futboldan anlamam ben, böyle konuştuğuma bakmayın.
Ama oyundan anlarım biraz, insandan da az buçuk. “Bu
başkan gitsin öbür başkan gelsin.”, “Bu hoca gitsin, bizim
istediğimiz öteki hoca gelsin”, “Şu forvet alınsın, bu defans
komple değişsin” diyorsunuz ya, “altyapı” diye bir şeyden
bahsediyorsunuz, aslında futbolun sahada oynanan oyundan ibaret olmadığını biliyorsunuz ya, bu da onun gibi az biraz.
Ve seyirci maçın seyrini değiştirebilir, aklımızda bulunsun.
Mühim olan güzelin, iyinin, doğrunun taraftarı olmayı
bırakmamakta. Mesele kalender kalmakta. Beşiktaş Çarşı
gibi bir şey tarif ettiğim, anlaşılmıştır tahminimce.
Nihayetinde sezon uzun ve futbol ligden de, ömürden de.
Bazen Zagreb’de insanların yüzüne bakıyorum ve tahmin
etmeye çalışıyorum, 90’lardaki savaşta neredeydiler acaba?
Savaşın hiç bitmeyeceğini sandıkları o günlerde ne
yapıyorlardı? Şimdi markette sıra bekliyorlar, marketin
verdiği indirim puanlarını hesaplıyorlar. Aralarından kim
keskin nişancıydı? Kimin vücudunun bilmediğimiz bir
yerinde bir mermi yarası var? Kimin sevgilisi öldü bir
siperde? Hangisinin babası “Savaş bitti” ilanından on beş
dakika sonra savaşın bittiğini bilmeyen bir düşman askeri
tarafından vuruldu? Sonra bittiğinde her şey nasıl alıştılar
bu yeni, savaşsız hayata?
Bizim hayatımız nasıl olacak bu gürültü bittiğinde? Nasıl
insanlar olacağız? Kimler kalacak masamızda? O masa
nerede olacak? Nerede olacağı önemli mi ya da?
Bir uçsak şimdi, olmayan bir kuş gibi, zamanın yukarılarına.
Geleceği görebileceğimiz kadar yukarılara çıksak. Ne
görüyorsunuz geleceğe doğru kanat çırptığınızda?
İyi şeyler görüyorum ben. Kötü şeyler de. Hayatı görüyorum, kendi kıvamında. Ama sizin de uçtuğunuzu görüyorum.
Mağlup ya da muzaffer, fark etmez, uçabildiğinizi
görüyorum. Bu yeter bana. Siz ne görüyorsunuz
uçtuğunuzda?