Gönderi

Gürültüde uç bak bakalım yarına / Ece Temelkuran
Gürültüde, gürültüyü bastıracak şekilde bağırmak zorundayım galiba. “Yıkılmadık ayaktayız”, “Yenilmedik çelik gibiyiz” gibi şeyler... Sanırım gürültüde, irili ufaklı, bir takım cahil kasaba kurnazlarından daha akıllı olduğumu onlarla alay ederek göstermek zorundayım. Hem yazardan hem yazmadan yaşayandan beklenen bunlar. Öyle görünüyor ki bugün, bu gürültüde “kahramanca” davranmanın tavsiye edilen yolu bu. Fakat arkadaşlar, bal gibi yenik durumdayız. Yenik takımın kendi kendine yeniyormuş numarası yaparak taktik geliştirmesinin manası ne? 6-0 yenikken ve takımdaki hemen hemen bütün oyuncular saha kenarında cezalı otururken, tribünlere “Biz kazanacağız” diye bağırmanın muteber yanı var mı? Gerçeklikle yüzleşmekten kaçmaya dönüşünce umutlu olmanın hakikaten faydalı bir tarafı var mı? Maçın şu dakikasında artık tek seçeneğin bir “şeref golü” atmak olduğu açık değil mi? Onurlu kalmak yani... “Büyük hesaplar Ece’ciğim” dedi telefondaki ses, “Bizi aşan hesaplar.” Dostluklarımızın dünya büyüklüğünde politik hesaplarla sınandığı bir zamanda geçiyoruz. Bugünler, insanın alçalabileceği derinliğin ve yükselebileceği dorukların korkuyla ölçüldüğü günler. Eskiden, her şey az biraz daha normalken şöyle derdik, “Bir insanın ederi ya yolda anlaşılır ya rakı masasında.” Şimdi cezaevi kapılarında, mahkemelerde, esasen Amerika’da birilerinin yönetmekte olduğu Twitter, Facebook, Instagram gibi iletişim servislerinin, düne kadar olmayan, bir günde de yok olabilecek dijital sayfalarında. Buralarda, sığışmaya çalıştığımız kantarlarda tartıyor hayat bizi; büsbütün mağlupların ligindeyiz. Nasıl bir kazanma planı yapacaksak, nasıl bir hayat taktiği olacaksa geliştireceğimiz, gerçeklerden yola çıkmalı. Ve ben gerçeklerden söz ettiğimde beni kötümserlikle, umut bükücülükle, yenilgi romantiği olmakla suçlamayınız. Gerçekleri gerçekçi olmayan umutlarla cilalamaya çalışmak ne bizim işimize yarıyor, ne tarihin. Ben bize inanıyorum, inandığım için gerçeklerden bahsedecek cesarette olduğumuzu varsayıyorum. Aramızda, umutsuzluğun yıpratamayacağı bir ahbaplık diliyorum. Durmadan kaybeden takımın oyuncuları ne yapar? Futboldan anlamam ben, böyle konuştuğuma bakmayın. Ama oyundan anlarım biraz, insandan da az buçuk. “Bu başkan gitsin öbür başkan gelsin.”, “Bu hoca gitsin, bizim istediğimiz öteki hoca gelsin”, “Şu forvet alınsın, bu defans komple değişsin” diyorsunuz ya, “altyapı” diye bir şeyden bahsediyorsunuz, aslında futbolun sahada oynanan oyundan ibaret olmadığını biliyorsunuz ya, bu da onun gibi az biraz. Ve seyirci maçın seyrini değiştirebilir, aklımızda bulunsun. Mühim olan güzelin, iyinin, doğrunun taraftarı olmayı bırakmamakta. Mesele kalender kalmakta. Beşiktaş Çarşı gibi bir şey tarif ettiğim, anlaşılmıştır tahminimce. Nihayetinde sezon uzun ve futbol ligden de, ömürden de. Bazen Zagreb’de insanların yüzüne bakıyorum ve tahmin etmeye çalışıyorum, 90’lardaki savaşta neredeydiler acaba? Savaşın hiç bitmeyeceğini sandıkları o günlerde ne yapıyorlardı? Şimdi markette sıra bekliyorlar, marketin verdiği indirim puanlarını hesaplıyorlar. Aralarından kim keskin nişancıydı? Kimin vücudunun bilmediğimiz bir yerinde bir mermi yarası var? Kimin sevgilisi öldü bir siperde? Hangisinin babası “Savaş bitti” ilanından on beş dakika sonra savaşın bittiğini bilmeyen bir düşman askeri tarafından vuruldu? Sonra bittiğinde her şey nasıl alıştılar bu yeni, savaşsız hayata? Bizim hayatımız nasıl olacak bu gürültü bittiğinde? Nasıl insanlar olacağız? Kimler kalacak masamızda? O masa nerede olacak? Nerede olacağı önemli mi ya da? Bir uçsak şimdi, olmayan bir kuş gibi, zamanın yukarılarına. Geleceği görebileceğimiz kadar yukarılara çıksak. Ne görüyorsunuz geleceğe doğru kanat çırptığınızda? İyi şeyler görüyorum ben. Kötü şeyler de. Hayatı görüyorum, kendi kıvamında. Ama sizin de uçtuğunuzu görüyorum. Mağlup ya da muzaffer, fark etmez, uçabildiğinizi görüyorum. Bu yeter bana. Siz ne görüyorsunuz uçtuğunuzda?
··
13 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.