Gönderi

481 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
7 günde okudu
87 yaşındaki bir Alman profesörün İstanbul'a gelmesiyle başlıyor hikaye. Kitabımızın anlatıcısı İstanbul Üniversitesi halkla ilişkiler sorumlusu Maya Duran, profesörü karşılamaya gidiyor. Profesör Maximilian Wagner, daha önce Nazi Almanya'sından kaçıp İstanbul'a gelmiş, birkaç yıl İstanbul Üniversitesi'nde görev yapmış ve acılarını burada bırakıp Amerika'ya gitmiş. Profesörün İstanbul'a tekrar gelişi,  Maya Duran'ı ve onunla beraber beni de uykudan uyandırıp tarihi gerçekleri soğuk bir rüzgar misali iliklerime kadar işletti diyebilirim. Hem de çok uzaklarda değil, yanı başımızda ve sadece 70 sene önce yaşanmış gerçekler. Peki, nedir bu gerçekler? Kitabı baltalamak için kısacık bahsedebilirim ama bunların öğrenilmesi için herkesin okumasını tavsiye ediyorum.     Kitap aslında birçok tarihi konuyu barındırıyor: Hitler dönemi, Anadolu'da yaşanan acılar, daha önce adından dahi haberdar olmadığım Hitler zulmünden kaçan ve onları Filistin'e götüren ama her zamanki gibi iktidarların elinde sakız olup kaderine terk edilen Struma Gemisi ve Kırım Türkleri'nden oluşan ve II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yanında savaşmış, savaş sonucu da o dönemin Ankara hükümetinin diplomatik başarısızlığı ve bence biraz da korkusu ile Sovyet Rusya'ya teslim edilen  Mavi Alay. Hepsi zulmün ve zalimliğin kanıtları. İnsanların dili, dini ve ırkı farklı olsa da çektikleri acıların hepsi aynıdır. Buna Profesör Wagner'in karısı Yahudi Nadia da dahil. Şu bir gerçek ki acı, ne dile ne dine ne de ırka bakıyor. Acı asla kimliğe bakmadan insanı kemiriyor. Dünya'nın birçok yerinde insanlar acılar çekti ve hâlâ insanlar acı çekmeye devam ediyorlar. İktidarların, para babalarının elinde bozuk para gibi harcanıyor masum halk. Sanırım eline insan kanı bulaşmamış hiçbir devlet yok. Evet, kabul ediyorum; ideal devlet veya ideal toplum oluşturmak imkansız ama barışçıl ve adil bir devletin ve insani yönden güçlü bir toplumun oluşturulması zor değil. Bunun için önce toplumun kafa yapısını değişmesi gerekiyor. Gözümüzü kaplayan ön yargı perdesini kaldırmamız gerekli. Merak etmeliyiz, (Tabii başkalarının özel hayatı değil. Şu an toplum olarak başkalarının hayatlarını merak etme konusunda bir numarayız.) araştırmalıyız, eylemlerimizi sorgulamalıyız. Neyse, ben yine toplum felsefesi yapmaya başladım, bu konuda durmadan yazabilirim. Değerli okuyucularımı sıkmak istemediğim için burada kesiyorum ve sözlerimi toparlıyorum. Daha önce okuduğum Sineklerin Tanrısı'ndan da anladığım kadarıyla insanın genlerinde az ya da çok zalimlik var. İyi bir insan olup doğru işler yaparak bu zalimliği yok ediyoruz, ama kötü tarafa bir kere yöneldi mi insan, zalimliğin ardı arkası kesilmiyor. İşte burada, Zülfü Livaneli alt metini hümanizmle doldurarak biraz da okuyucuya yol göstermiş. Karşımızdaki insanı yargılamadan önce hepimizin insan olduğunu hatırlamamız gerektiğini çok çok iyi vurgulamış.     Kitabın çok naif bir dili var. Basit ve akıcı dille yazılmış. Edebi, uzun ve süslü cümleler yok. Son Ada da gördüğüm yazım tarzı bunda da mevcut. Olaylar birinci tekilin ağzından ve acemi bir yazardan dökülen sözcüklermiş gibi anlatılıyor. Aslında benim için bir kitabın çok yalın olması  handikap; ancak Zülfü Livaneli hikayeyi bir ahenkle o kadar güzel doyuyor ve bir bütün olarak ona öyle bir canlılık katıyor ki bu eksiklik çok az derecede hissediliyor. Çok az dedim; çünkü açıkçası biraz daha edebi olabilirdi diye düşünmeden de edemedim. Canlılık demişken, gerçekte Maximillian Wagner diye biri yaşamış mı diye araştırma yaptım. Olayların tarihi gerçeklerden alındığını biliyordum; ama kahramanlar bile o kadar gerçekçi yazılmış ki insan, ''romandaki kahramanlar gerçekmiş'' kanısına düşüyor.
Serenad
SerenadZülfü Livaneli · Doğan Kitap · 2020138,1bin okunma
·
2 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.