Gönderi

İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanından alıntılar Türk egemenliği demek... Muhammed dininin birleştiği yıkılmaz, parçalanmaz büyük bir topluluk demekti. Yeryüzünde müezzinlerin müminleri namaza çağırdıkları bütün yerleri içine alan topraklar demekti. Türk egemenliği, Lika'dan İstanbul'a kadar; İstanbul'dan da ta o uzak ve erişilmez Arabistan'ın çöllerle kaplı belirsiz sınırlarına kadar uzanıyordu... İşte şimdi de bu egemenlik, gözlerinin önünde, heves ve keyfine bağlı gelgit suları gibi azalmış ve birdenbire gözlerinden uzak yerlere çekilmişti. Ve onlar da sular çekildikten sonra karada kalan su bitkileri gibi... aldatılmış... terkedilmiş, kendi alınyazılarıyla baş başa kalmışlardı. Bosna’da iki din arasında yüzyıllardan beri süren bu büyük ve tuhaf savaşta din kisvesi altında toprak, iktidar, kendi hayat görüşü ve dünyayı idare ediş biçimi için de çarpışıyorlardı. Hayırsever birinin çabasıyla, insanların en eski rüyalarından, en büyük isteklerinden biri gerçekleşivermişti: Suyun üstünde yürümek ve mesafeleri yenmek! Eski anlayışlar ve değerler yenileriyle çatışıyor, birbirleriyle kaynaşıyor ya da birinin ötekini yok etmesini bekleyerek yan yana yaşamayı sürdürüyorlardı. Tabiat kurallarına göre insanlar daima bütün yeniliklere karşı gelirler. Ama bu uzun sürmez. Çünkü önemli olan, hayatın aldığı biçim değil, hayatın kendisidir. Halk, çok kolay masal uydurur ve onu çok kolaylıkla yayar. Bu hikâyelere tuhaf ve ayırt edilemeyecek bir biçimde gerçekler de karışır. İnsanoğlunun her şeyde yeteneği sınırlıdır. Onun için de tutkular birbirleriyle çatışır, birbirini iter, çoğu zaman da biri ötekini bastırır. İnsan her adımda, büyük bir makinenin ufak çarkları olduğunu ve arkasında uzun sıra halinde daha güçlü insanlarla daha büyük kuruluşların bulunduğunu hissediyordu. Bu onlara kişiliklerini çok aşan bir otorite ile insanın boyun eğdiği sihirli bir sözü geçerlik veriyordu. Mutsuz insanların felaketi bundan ileri gelir. Parlak ve erişilmez olan şeyler bir an için onlara kolayca erişilecekmiş gibi görünür ve bu arzu bir kere içlerine yerleşti mi her şeye rağmen ona el uzatanlara getirecekleri felaketlerle tekrar erişilmez bir hale gelirler. Biz, sıradan insanlar, yalnız bir kez ölürüz. Ama büyük adamlar iki sefer ölürler. Birinci sefer bu dünyayı bırakıp gittikleri, ikinci seferde bıraktıkları eserler yıkılıp kaybolduğu zaman. İnsan zaafının bu en acıklı, en feci yanı, şüphesiz ilerisini görmek yeteneğinden yoksun oluşudur. Allah vergisi bilgi, sanat ve istidatla taban tabana çelişen bir kabiliyetsizlik. Her şey mümkündü. Yalnız mümkün olmayan bir şey vardı. O da, dünyayı güzelleştirmek ve insanların daha güzel ve daha rahat bir yaşayış sürmeleri için dayanıklı, ölmez anıtlar yaptıran büyük adamların dünyadan büsbütün yok olmasıydı. 1914 yılı yazı, burada yaşamış olanların anılarında, yaşadıkları en güzel ve en ışıklı bir yaz olarak kalacaktı. Çünkü onların bilinçlerinde, sonsuzluğa yayılan acı ve karanlık bir ufku tutuşturmuştu. İnsanların ihtiyaç, düşünce ve isteklerine cevap vermeden, rastgele meydana gelmiş hiçbir yapı yoktur.
·
1 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.