Gönderi

11 Temmuz öğleden sonra Ulus’un ertesi sabahı çıkaramayacağı haberi ulaştığında verdiğim ilk tepki, daha sonra iki gün boyunca bu haberi çevreme ilettiğimde herkesin de ilk tepkisiydi: “İşte beklenen, korkulan oldu!” Ulus Baker işsiz ve parasızdı, muhtemelen çok iyi denemeyecek şartlarda yaşıyordu, karaciğeri iflas etmiş, içkinin uzun süredir yediği bitirdiği vücudu düzensiz beslenmeyle mücadele ediyordu. Ama en önemlisi, Ulus kendisine bakmasını bilmiyordu. Hayat, koşullar, yetiştiriliş tarzı, olağan dışı bir beynin getirdiği özgün kişilik yapısı, her neyse ne, ona bunu kimse öğretememişti. Bizler, dostları da öğretemedik, yenildik, Ulus hepimizi yendi. Genelde kimseye ve hiçbir şeye “hayır” diyemeyen Ulus’un en ciddi “hayır”ı işte buydu. Yıllar boyunca, ikide bir Ulus hastaneye kaldırıldıkça, dostları yardıma koştukça, “bu adam kendini öldürecek, bu adam kendini öldürüyor” dememiz şaka gibiymiş. O gün ne çabuk geldi… Tüm bunların, hiç kuşkusuz, insan ne yapmış olursa olsun, sevdiği birinin ölümü karşısında içinden atamayacağı, çünkü nedensiz suçluluk duygusuyla, sadece ve basitçe sevdiğiniz insan yokolmuşken sizin hala yaşıyor olmanızın verdiği suçluluk duygusuyla ilgisi var. Ama belki de Ulus’un ölümüne saygı duymasını öğrenmeliyiz. Burada ölüye saygı duymak gibi bilinen ahlaksal kalıplardan sözetmiyorum. Ulus’un ölümüne saygı duymak, onun yaşamına saygı duymaktır. Ulus’u tanıyan herkes bu cümlenin ne anlama geldiğini biliyor, en zor şeyi talep ediyorum, Ulus’un bizden tek istediği, veremediğimiz, veremeyeceğimiz şeyi… Farkın indirgenemezliğinden, ötekinin veya varlığın sesinden sözedebiliriz, hatta otantik bir deneyimden… Peki ya “imkânsız”dan nasıl geçeceğiz? Ulus’un farkını kabul etmek, bu öyle basit bir çağrı değil, çünkü bu çağrıda herkesin kendi vicdanı çağrılmaktadır… Ulus ODTÜ’deyken bir gün odasının kapısı önünde gevezelik ediyoruz. Odanın içi darmadağın, inanılmaz bir kitap ve kâğıt yığını ve tabii pislik içinde, bir şeyi ötekinden ayırt etmek imkânsız. Benim odaya umutsuz bir bakış fırlatmam üzerine, bizimki her zamanki şen şakrak haliyle “işte bak, kendimi görünmez kılmaya çalışıyorum!” demez mi! Ulus Baker ve “Ulus Baker” Ulus günlük hayatta da çok sevdiği Gilles Deleuze’ün felsefesine böyle bol bol referans verirdi ve 20. yüzyılın en özgün felsefelerinden biri olan Deleuze’ün felsefesini Türkçe’ye tercüme ederek tanıtma yolunda çok önemli bir katkısı oldu. Ama Ulus kendi yazılarında Deleuze’ü ve yine çok sevdiği Spinoza’yı “uygulamaya” kalkışmadı. Daha ziyade onların düşündüğü gibi düşünmeye ve bir aydın olarak kendi sorunlarını kurmaya çalıştı. Bunun nedeni, sanırım, Ulus’un, “uygulama” denilen bilgi biçiminin bir yandan düşüncenin aynılığını sürdürürken bir yandan da hiyerarşi yaratarak farkın ve yaratıcılığın önünü kapamakta olduğunu kavramış olmasıydı. Bu özel anlamda Ulus Baker ne “Deleuze’cü” oldu ne de “yerli aydın” talihsiz adı verilen dünyadan habersizler takımından. Onun Aşındırma Denemeleri’ni veya Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Denemesi’ni dikkatle okuyanlar veya “kanılar sosyolojisi” kuramını, sinema üzerine fikirlerini bilenler, çözümlemelerinin ve düşüncelerinin özgünlüğünün ne referanslarının yabancılığı ne de konularının yerliliği olmadığını anlayacaklardır. Ulus Baker için entelektüel faaliyet, Birgün’de Nilgün Toker’in çok güzel ifade ettiği gibi, “adlandırma değil, adları yerinden oynatma”ydı. Buna karşılık Ulus, maalesef, kendi entelektüel gücünden ve özgünlüğünden beklenmesi gerekenden daha az ürün verdi. Daha açabileceği ve çoğaltabileceği, yeniden üretebileceği pek çok özgün başlangıç noktasını herhangi bir yere vardıramadı… Bunun nedenleri pek çoktu, ama sanırım nedenlerden birisi de bizzat Türkiye’nin sağlıksız, verimsiz entelektüel ortamıydı. Eşdeğerleri olması gereken Hintli, İranlı veya Meksikalılarla karşılaştırıldığında aşağı yukarı her alanda entelektüel durumları içler acısı sayılabilecek insanların oluşturduğu, boğucu, marazi, malum “ağbi” dili ve öznelliği, kusmuk seksizmi ve eşcinsel düşmanlığı, içki içmenin aşma (!) ve özgürleşim (!) sanıldığı “kafa çekme” ve “geyik yapma” “yerli” kültürü onu da çevrelemişti. Biricik seçeneği bürokratik pozitivizm olan bir kültür—ama Nietzsche’nin alkolizm eleştirisinin de ima ettiği gibi, bunlar aslında aynı “ethos”un iki yanıdır. Aynı kültür oldukça gülünç ve aslında utanç verici bir “Ulus Baker” efsanesi yarattı: meczup ve derviş, bilge adam, ağır entellektüel Ulus Baker, bilmediği şey yoktur! Topluma bu kadar aykırı düşünceleri olan birisi için hayret verici bir beğenilme düzeyidir bu. (Örneğin Ulus’un sevdiği Deleuze’e veya Foucault’ya bakarsak şöhretin beğenilmeyle aynı şey olmadığını hemen anlarız.) Başkaları ağzına almaya teşebbüs ettiklerinde, hakaret ve dışlanma bedelini ödedikleri fikirler Ulus ifade ettiği zaman mistik bir ulaşılmazlık ve yücelik kazandılar. Elbette bunlar çoğu kez özgün ve aykırı düşüncelerdi, değişik ve sarsıcı bir tarafları vardı. Ama kimse aslında onları anlamaya zahmet filan etmedi—kaç çağdaşı ve meslektaşı Ulus’un bir tane düşüncesini alıp işlemiş ve çoğaltmıştır? Dolayısıyla Ulus Baker kadar bol övülüp, hakkında manzumeler düzülüp ne söylediği konusunda sayılı birkaç kişi dışında aşağı yukarı kimsenin en ufak bir fikri olmadığı bir adam daha yoktur… O nedenle kendi adıma bu yüceltmede hep kuşku uyandırıcı bir nokta bulmuşumdur. Ulus, yapısı dolayısıyla herkesle iyi geçinen, kimseyle düşmanlaşmayan biriydi. Şahsen, dostlarının bir kısmı gibi ben de onun bu “melek”liğini en sorunlu yönü olarak gördüm. Dolayısıyla onun özellikle konuşma biçiminde ve genel hal ve tavrında söylediği şeyin keskin ucunu törpüleyen bir yan hep oldu… Özellikle içerikten ziyade “muhabbet” yanlısı hayranlar ordusu için müthiş bir fırsattı bu, çünkü Ulus bir konuşmaya başladığı zaman zor susardı! Üstelik kendine bakmadığı ve hep dağınık, hep parasız pulsuz olduğu için, herkesin çok büyük bir rahatlıkla acıyabileceği ve insani duygular besleyebileceği, kendi insanlığını kendine ispat etmesini sağlayabileceği biriydi Ulus… Bu özelliklerin tümünün birleşiminden doğan “Ulus Baker” efsanesi sayesinde herkes, hem kendini özgün ve radikal fikirlerin sahipliğiyle kaynaştırabildi hem de bu fikirleri üretmenin ve çoğaltmanın zahmetinden ve onları savunmanın getirdiği hakaret ve dışlanma bedelini ödemekten kurtulmuş oldu. Ulus’un kendi de bu efsaneden ister istemez biraz hoşlandı, çünkü böylelikle o da en azından birileri tarafından beğeniliyor, ilgi ve destek görüyordu. Ama bunun gerçek bir insan ve gerçek bir düşünür olarak Ulus Baker’e ciddi bir zararı oldu. İnsan bambaşka bir ortamdaki bir Ulus Baker’i düşünmeye çalışıyor ve keşke diyor, bu efsane yerine, daha az sevilen, daha az meşhur, ama yaşayan, gerçek ve daha çok katkısı olan bir Ulus Baker olsaydı… Elbette bu sadece Türkiye ortamının suçu değil, zaten Ulus’u yaşatmayacak bir dünyada yaşıyoruz. Ama yıllar boyunca hep sorduğum soru Ulus’un nasıl olup ta sözünü ettiğim ortama bu kadar kolay kapıldığı oldu. (Ya da bir arkadaşın sorduğu gibi, Deleuze’ü bu kadar seven bir insan nasıl olur da kendi bedenine bu kadar ilgisiz kalır?) Bunun yanıtını bulmak zor, belki de imkansız; her bir birey dipsiz bir kuyu çünkü… Ama 23 yıldır tanıdığım insan Ulus Baker’in davranışında benim gözlediğim, çevresinden, toplumdan—“öteki” de denebilir, çünkü bu terim emekli solcu yazar taklitlerinin sandığı gibi basitçe kötü bir şey değildir—bir talebi olduğuydu: mutlak, koşulsuz sevgi ve ilgi. Ulus’un istediklerini yapmasına izin veren bir koşulsuzluk… Hiç büyümeyen Ulus’un adeta tek tanıdığı “öteki” annesiydi—ve annesini ne çok sevdiğini yakınları bilir. Dolayısıyla Ulus’a ilgi gösteren, ona bakan, onu toparlayan biri veya birileri olduğu sürece mutlu ve üretken oldu. Yazdı çizdi, üretti, konuştu… Ama asıl çözülmesi zor bir sır gibi kalan bu sevgi ve ilgi talebinin kendini yok etme, görünmez olma arzusuyla garip bağı ya da bağlantısızlığı… Çünkü, Ulus’un düşüncesine sadık kalarak düşünürsek, arzunun bilinçte başlayıp orada biten, niyet gibi bir şey olmadığını biliyoruz… Öyle sanırım, belli bir yaştan ve birikimden sonra artan sağlık sorunlarının da katkısıyla, artık bunun böyle gidemeyeceğini, kendisine bakacak birileri olmayacağını anladığında Ulus’un görünmez olma, kaybolup gitme arzusu belki yeni bir boyut, yeni bir gerçeklik kazandı. Yalnız Ulus intihar etmedi. Onun ölümü bilerek seçtiğini söylemek, “insanların öldüğü hayvanların telef olduğu” gibi düşüncelere hayatı boyunca hiç itibar etmemiş ve hatta bizzat bu düşünceyi yazılarında eleştirmiş Ulus’un hayata ve ölüme yaklaşımını hiç anlamamış olmakla mümkündür. Ulus’un bu sonuncu kayboluşuyla ondan öncekiler arasında, bana odasının kapısında söylediği kayboluş arasında hiçbir fark yoktu belki de. Bu insana onun olağan dışı iyimserliğinin ve yaşama sevincinin anlamını bir kez daha düşündürtüyor—bir noktada sona ermiş gibi olsa bile… Ama Ulus yaşarken de bu yaşam sevinci adeta bir yok oluş pratiğinden ayırtedilemiyordu zaten… Ulus’un Mirası Ulus bir olay üzerine aldığı tavır nedeniyle beni kişisel olarak kırmış, ben de ona kötü şeyler söylemiştim. Her ikimiz de bunun niçin böyle olduğunu bildiğimiz için, sonradan dargın kalmamayı başardık. Yaklaşık üç yıl kadar önce son karşılaşmamızda, Spinoza’ya göre toplumun temelinin sevgi olması üzerine bir şeyler konuştuğumuzu hatırlıyorum. Her zamanki neşeli tebessümüyle Etika’yı savunmuştu. Ulus Baker, yaşamı ve ölümüyle bize bir dizi felsefi, etik ve politik problem bıraktı. Yaşam ve ölüm, üretim ve yok oluş, sevinç ve keder birbirlerinden bu kadar kolay ve net çizgilerle ayırt edilebilir mi? Arzu nedir? Sevgi nedir? Sadece düşünmek, okumak yazmak ve biraz da hayattan tat almak isteyen, sadece bunları yapmak isteyen, kimseye zarar vermemiş ve veremeyecek bir insana sağlayabileceği hiçbir maddi ve kurumsal imkânı olmadığı halde, üstelik farklı düşüncelere, başka hayat tarzlarına asla tahammülü olmadığı halde, hümanizmi ve yüksek düşünürlere olan hayranlığıyla övünen bir toplumsal sistemi ve kültürü nasıl değiştirebilirim? Ulus için bu soruların hiç te öyle sanıldığı kadar açık seçik yanıtları yoktu—bırakalım “hayranları” böyle zannetmeye devam etsin! Şimdi bizim görevimiz onun sorularını çoğaltmak, yeniden üretmek, ama belki de onun bize öğrettiği acı dersten sonra bu soruların hep yok olduğunu, hep kaybolduğunu asla unutmadan. 1984 yılının sonbaharında tanıdığım Ulus imgesi bende hep kalacak sanırım; şairin dediği gibi, her yok oluştan bir şey kalır çünkü: ODTÜ Sosyoloji Bölümünün en üst kat koridorunun tam ortasında ayakta kitap okuyan kalın gözlüklü acaip çocuk, ölümden önce vedalaşılamıyor. Seni son kez kucaklamak isterdim, isterdik, olmadı. Kendi adıma düşüncelerini, sorularını ve hayallerini elimden geldiğince yaşatmaya söz veririm. Mahmut mutman
·
68 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.