Gönderi

Ahh nasıl güzel söyledin. . .
Sadece sesler onlar; her sabah yedide kafama çakılan yüksek ökçeler, sekizde çocukların ısrarlı ağlamaları, sonra geceleri inlemeler, iç geçirmeler ve ete inen yumruklar… Kaç ay olmuştu, buraya; bu sadece bir koltuk, bir masa, iki sandalye, bir yatak, perde ve halıdan ibaret olan eve taşınalı? Böyle söyleyince aklıma takıldı, benim neden iki sandalyem var? Yoksa ufacık da olsa bir umut mu besledim gelip karşıma oturacak diye? Yok yok. Öyle değil, biliyorum. Ben sadece ayaklarımı uzatacak bir sandalyeye daha ihtiyaç duydum. Öyle bir ev ki burası tüm odalarının kapısı kapalı, altlarına da kalın çarşaflar tıktım sızmasın soğuk içeri diye. Şimdi içime benzetiyorum o kapıları, içimi de kapadım sızmasın kimse diye! Telefon ısrarla çalmaya devam ediyor, susmayacak anlaşıldı. En iyisi tonlarca ağırlığım altında ezilen şu zavallı yataktan kalkmak, kırk beş kilogramlık tonlar… Kim arar beni diye düşünüyorum; ya annem ya ablam. Sanırım hep yok olmamdan korktular. Oysa ben hiç olmadım şu hayatta birkaç rüya ayı hariç. Neden aldığımı bilmediğim, muhtemelen ucuzlardı, ucube çizgi film karakterli terlikleri ayağıma geçirip masanın başına gidiyorum. Ah tabi annemdi işte! Açıyorum, adlarını ve yüzlerini bile hatırlamadığım, uzun bir akraba dedikodusunun içinde buluyorum kendimi. Cevaplarım ‘haklısın’dan öteye geçmiyor. O anlatırken ben şu ikinci sandalyeye uzatıyorum ayaklarımı. Gözlerim bacaklarımda, hani onun çok sevdiği bacaklarımda. Bir ceylanınkine benzetirdi bacaklarımı, elleri ince ince gezinirken, keşfederken beni. Oysa bir ceylanın da bacakları vardı, bir aslanın da, domuzun da ve hatta bir ağacın bile vardı bacakları, toprağa sıkıca tutunan. Bu kadar sevecek ne vardı bu kuru et parçalarını? Annem sesleniyor “Duyuyor musun Yasemin?” Duymuyordum. Özür diledim hemen, “Bir daha söylesene anne!” dedim. Zaten baştan alacaktı, derdi benimle konuşmak değildi, anlatmaktı. En yakınlarımla ilişkim hep böyle oldu. Uzun uzun anlattılar ve ben dinledim. İki metre uzağımda tuttuklarım zaten beni görmüyordu. Kalın bir sis perdesi ile çevriliyim onlar için, görünmüyorum, anlatmıyorlar. Yakınlarım öyle mi ya, üzerime monolog halinde akıyorlar. Sanki kaç bin kelime anlatırsak o kadar tutunur sesimize diye yarış halindeler. Bilmiyorlar ki duymuyorum. Ben hep içimde onunla konuşuyorum. Annem nihayet telefonu kapatıyor. Ayaklarımla bu çok renkli halıyı eze eze mutfağa geçiyorum. Bir çay suyu koyuyorum; bardağımı, tabağımı ve çatal bıçağımı hazırlıyorum. Kahvaltı yapmayı hala seviyorum mesela, sadece sabahla da sınırlamıyorum. Hem akşam yapılan kahvaltı hep daha doyurucu olmaz mı? Sonra hatırlıyorum, bir akşam ona da hazırlamıştım kahvaltı, akşam dediğim de gece on ikiye yakındı. Aç gelmişti o da (o da’ya gerek var mı sizce), gülüşler eşliğinde yapmıştık kahvaltımızı. Saat on ikiyi geçince de “Günaydın!” demiştim ona. “Yine gitti senin kafa” der gibi gülmüştü, günde en az dört beş defa böyle gülerdi bana. Oysa işte yeni güne geçmiştik ve o gülüyordu, tabi ki gün aydın olacaktı. Ah, işte kırıldı bardak! Böyle dalıp gitmemeliyim hayallere, hep iş çıkarıyorum kendime. Allah’tan bu defa kesmedim kendimi, kanamadım. Yeni bir bardak arıyorum bomboş raflarda, bulamıyorum. Bilinçli mi yaptım bilmiyorum ama her şeyden sadece bir tane almışım. Demek ki o kadar umudum yokmuş. Demek o sandalyeyi de ceylan bacaklarımı uzatmak için almışım. Mecbur kahve fincanına dolduruyorum çayımı. Ne fark eder zaten ha cam bardak ha kupa ha fincan, öyle sıkı sıkıya bağlı olduğum alışkanlıklarım yok ki benim. Bir ona alışmıştım, iyi değilmiş ki alışmak… Bazıları derler ya rakı tek içilmez; meze ister, sohbet ister, müzik ister. Ben öyle değilim işte. Rakıyı hep tek içerim, masam gibi ıssız olurum. Yine daldım bana. Bu ara çok sık dalıyorum kendime, bir eşikteyim artık hissediyorum. Aldım çayımı, kırk metrekarelik odama doğru yürüyorum. Bunca hayalden sonra o çok sevdiğim kahvaltıyı bir sigara içimlik ertelemeye karar veriyorum. Odam çok büyük, normal bir ailenin salonuymuş burası. Benimse her şeyim oldu bu oda. Üstelik yetiyor da bir oda bir insana. Ah bir de her gece karısını, çocukları duymasın diye, salonda döven o pislik olmasa yan dairede, mutlu bile olurdum belki bu odada. Kadın aklıma düşüyor şimdi. Her akşam aynı saatte kapının önüne çöplerimizi çıkarıyoruz ve ben onu bir dakikadan az bir süre görüyorum. O da beni görüyor biliyorum, yarası olanlar görürler birbirlerini, on saniye de yeter onlara. Kadın çok güzel, tüm morlara ve yeşillere rağmen güzel. O yüzden mi onu, benim yan duvarıma çarpıyor hızla o pislik? Güzelliğinin bedelini renklere bürünerek ödüyor! Balkonun kapısını açınca denizi görüyorum ve kadın aklımdan silinip gidiyor. Mavi! En sevdiğim renk. E tabi benim de sevdiklerim var, şu hayatta. Derin bir nefes çekiyorum sigaradan, usulca bırakıyorum mavisini sevdiğim gökyüzüne. Sonra külünü silkeyim diye kül tablasına bakıyorum, ağzına kadar dolmuş. Bir küfür savuruyorum kendime, küfür de pek bilmezdim ya, öğreniyorum. O sevmezdi tütünü, ne kokusunu ne de bende duruşunu. İyi ki ayrılmamışım sigaradan, sırf o istiyor diye, bir nefes daha çekiyorum şükür niyetine. “Seni öpmek kül tablasını öpmek gibi!” demişti bir defasında, tam da aklımdan dudakları geçerken! İçeri geçiyorum balkon kapısını kapatıp. Düzeltecek perdelerim yok, gündüzleri hep baştanbaşa açık camlarım. Yedinci katta oturuyorum, nasıl yok olduğum görülmez karşıdan… Güzel bir kahvaltı yapıyorum. Dedim ya seviyorum kahvaltı yapmayı. Peki, bu her lokmanın geçişini tek tek hissetmem normal mi? Gırtlağımda bir yabancının parmakları var sanki, bırakıyorum çatalı elimden. O gece üstümde yığılıp kaldıktan hemen sonra “Ben camlarından bakınca deniz görünen bir şehirde yaşamalıyım,” demiştin, ellerin ceylan bacaklarımda gezerken. Sonra… Sonrası yok! Yok oldum! Bak şimdi ben bakıyorum uçsuz bucaksız mavilere… Bu yabancının elleri rahat bırakmayacak gırtlağımı, anlaşıldı. Giyinmeye başlıyorum telaşla. Ayağım o lanet ikinci sandalyeye takılıyor! Fırlatıp atıyorum komşunun duvarına! Güzel kadın geliyor aklıma ayakkabılarımı giyerken. Yediği her yumrukta gölgesi de çarpıyor muydu acaba duvarlara? Hızlı hızlı iniyorum merdivenleri, yetişmem gerek, çok geç olmadan. Apartmanda her katta başka sesler, başka telaşlar, başka gölgeler… Mavi uzakta görünüyor, çok uzakta. Ama yürürüm ben. Hep yürürüm. Kimsenin ayağına, taşlarına, gölgesine basmadan… Nasıldı coğrafya derslerinde; güneş nerden vurursa gölgemiz nasıl olurdu, boyu bizim kaçta kaçımıza denk gelirdi, kaç katımız olurdu? Sonunda denizin kokusu çarpıyor yüzüme. Gırtlağımdaki el gevşiyor. Kayboluyorum mavilerde. Etrafıma bakıyorum. Bir benim gölgem yok!
Didem Kazan Sol
Didem Kazan Sol
··1 alıntı·
57 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.