Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

184 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
3 günde okudu
"Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır" der,
Cesare Pavese
Cesare Pavese
öyleyse beni bir ben bir Allah bilir lafını bir kenara itip kendimizi aramalı gerçekle yüzleşmeyi göze almalıyız. Kendisiyle yüzleşmeyi göze alan insan için ancak sır perdeleri aralanır. Öncelikle şunu sormak gerek: İnsanlar neden kendini arama ihtiyacı hissetmiyor? Kendimizi arayınca ne olacak? Biz 21. Asır çocukları Haddimizi yani sınırımızı bilmiyoruz. İnsan kendini tanımayınca yıkmayacağı tahrip etmeyeceği sınır yoktur. Kendini arayan insan hakikate adım atan insandır. Kendini bilen rabbini bilir diyor Yunus Emre. Kendini bilen haddini de bilir. Kendi iç yolculuğuna çıkmak isteyenler için güzel bir eser. Felsefi düşünsel yazılardan oluşuyor.. Kitap içinde beni şaşırtan ise "Ölen Öldü Kalan Sağlar Haindir" başlıklı yazı. Bu yazı Mart 2009 da kaleme alınmış. Bunda şaşıracak ne var derseniz. Aynı yıl aynı tarihte
İsmet Özel
İsmet Özel
'in, İstiklâl Marşı portalında "Ölenler Öldü Kalan Sağlar Haindir" başlıklı yazısının olmasıydı. 2 yazar da aynı tarihte aynı başlıkla yazı kaleme almış. Size kıyak olarak 2 yazıyı da yorum kısmında paylaşıyorum kıymetli dostlar, sevgi ve îmân ile kalın :)
Kendini Aramak
Kendini Aramakİhsan Fazlıoğlu · Papersense Yayınları · 20141,686 okunma
··
199 görüntüleme
Oldi okurunun profil resmi
ÖLENLER ÖLDÜ KALAN SAĞLAR HAİNDİR Anlayış Dergisi, (Sayı 68), Mart 2009 Daha önceki Anlayış yazılarında, değişik vesilelerle dile getirdiğimiz gibi, (g)-öz'ün dışarıyla teması duyu-larla olsa da duyulara eşlik eden, ihsası idrake dönüştüren, duygu ve düşünce yüklü dil'dir. Tüm değişik türleriyle dil, yalnızca basit ve sabit bir bildirişim ve iletişim aracı değil, aynı zamanda, insanın içinde yaşadığı, hayatını anlamlı kıldığı, karmaşık ve dinamik, sabitelerinin yanı sıra sürekli kendini yenileyen bir örüntüdür. Bu nedenledir ki, Varlık'a çentik atma yetisi olarak Dil'in, Hayat'ta yolumuza istikâmet veren bir sağınlıkta olması gerekir. Tabiat'taki bir olgu ve olayı idrak için nasıl hem niceliksel hem de kavramsal yapısı güçlü teorik bir dil geliştiriyorsak, Hayat'a ilişkin olgu ve olayları idrak için de, benzer biçimde, dizilimi (sentaksı), anlamsallığı (semantiği) ve göstergesi (semiyotiği) başta olmak üzere kavramsal örgüsü yüksek bir dil geliştirmek zorundayız. Biraz önce işaret edildiği üzere, söz konusu örgünün, tüm sabit değerlerine karşın, Varlık'taki yeni olgu ve olayları çentiklemek için dinamik olması gerekir. İnsanın en önemli yetilerinden birinin "ad vermek/koymak" olduğu (Fahreddin Râzî, "Âdem'e isimleri öğretti" ayetini "ad verme/koyma gücü" olarak tefsir eder) gerçeğini göz önünde bulundurursak, özgürlüğümüzün sınırının ad verebilmemizin sınırıyla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Denilenleri günümüzün ulusal ya da uluslararası alanlardaki siyasî ve sosyal olaylarına uyguladığımızda, kural koyanın, belirleyenin, yönlendirenin sürekli ad verme/koyma gücünü elinde bulunduran olduğu rahatlıkla söylenilebilir. Teoloji'de Tanrı'nın hikmeti aranır, ontoloji'de illet, fizik'te ise sebep; çünkü bu üç alanın var-olması (mevcud), insanın icâdına, gücüne (kudret) ve seçimine (ihtiyâr), kısaca insanın eylemine (amel) bağlı değildir; ancak idraki insana bağlıdır. Tabiat'ın tersine, Hayat'ın hem icadı hem de idraki, insanın gücüne ve seçimine; kısaca insanın eylemine tâbidir. "Eylemler (ameller) ise niyetlere göredir." Bu nedenle Hayat'a ilişkin bir eylemin tayin ve tespiti, arkasında duran niyetin tayin ve tespitine bağlıdır. Bu noktada "niyet okuma" tavrının ve "kıyâs el-şâhid âlâ el-ğâib" kuralının tuzağına düşmemek için, kastedilen niyetin, bilfiil hale gelmiş, varlık kazanmış, duyu-duygu-düşünce birlikteliğini tecessüm ettirmiş, kısaca eyleme dökülmüş niyet olduğu vurgulanmalıdır. Böyle bir niyet, tüm insanî eylemlerde içkindir; ister menfaat ister maslahat saikiyle olsun, insanî yapıp-etmelerin, icadların, eylemlerin bir niyetin, niyetlerin cisimleşmesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Niyet, Hayat'a çentik atmanın, ad koymanın hem doğasını hem de istikâmetini belirler, çünkü niyet, içeriği ne olursa olsun insanî eyleme bir amaç giydirir. Bu nedenle niyeti belirlemek yalnızca mevcut hayatî olgu ve olayın maddesini değil suretini, manasını, amacını tayin etmeyi de sağlar. Dili, delâlet teorisi bağlamında, sözlü ve sözsüz ve bunların alt türleriyle birlikte dikkate alırsak, Hayat'ın da aslında, bir tür dil olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Siyasî, iktisadî, dinî, mimarî, kısaca kişisel ya da toplumsal her olgu ve olayın, aslında bir niyetin, bir gayenin, duyu-duygu-düşüncenin somut bir göstergesi olarak bir eylemin Hayat'a çentik atma tavrı ve tarzının, kısaca insan tarafından bir "...denmek istenilen"in cisimleşmesi, var-olması olduğu söylenilebilir. Nasıl ki, bir bireyin, tüm eylediklerini göz önünde bulundurarak, hayata ilişkin niyet ve amacını belirleme olanağımız varsa; bir toplumun ve ürettiği kültürün de tarihi boyunca tüm eylediklerini dikkate alarak niyet ve amacını belirleme olanağımız da vardır. Hayat'ta kişi ve toplumların yargılanması "...denmek istenilen" eylenene bağlıdır; "...denmek istenilen" eylenilmesi düşünülene değil; çünkü, -Ali Kuşçu'nun da dediği gibi- biz insanlar ancak ve ancak idrakimize konu olan bilfiil olgu ve olayları bilebiliriz; bilkuvve olanları değil; zira bilkuvve olan henüz icad edilmemiş, var olmamıştır; eyleme dökülmemiş bir niyet üzerine yargı ise Tanrı'ya mahsustur. Yukarıda çizilen çerçevede, halihazırda Dünya'da olup bitenleri anlamak, anlamlandırmak, tefekkür ve tedebbür edebilmek, fikir ve tedbir yetiştirebilmek için, bu hayatî olgu ve olayları eyleyen kişi ve kültürlerin dilini, dolayısıyla niyetlerini ve amaçlarını tayin ve tespit etmeliyiz. Nitekim tefekkür, tahkik (isbat el-mesele bi-el-delil) ve tedkikte (isbat el-delil bi-el-delil) aklın, kanıt (delil) üzerinde nazar yoluyla tasarruf etmesi iken, tedebbür, insanî amelin (dolayısıyla niyet ve amacın) hayattaki sonuçları üzerinde yine nazar yoluyla tasarruf etmek demektir; bu nedenledir ki, tefekkür'ün sonucu fikir, tedebbür'ün sonucu tedbir'dir. Böylece denilebilir ki, hem nazariyata (Tabiat'a) ilişkin fikir hem de ameliyata (Hayat'a) ilişkin tedbir, aklın tahkik ve tedkik tarzı çalışmasından kaynaklanır. Tersi durumda, hayata ilişkin her olgu ve olayda ya ağlar ya güleriz ya da bağıra bağıra yürürüz; ama bir türlü tebdir edemeyiz; çünkü fikir yok ise tedbir de yoktur. Anlatılanlara en güzel örnek, Mustafa Özel'den dinlediğim, şu tarihî anlatıdır: Barbaros Hayreddin Paşa, 1538'deki Preveze Deniz Savaşı'ndan hemen önce takip edilecek savaş taktiği için etrafındakilerle istişâre ederken sorar: "Acaba Andre Dorya yarın ne tür bir taktik uygulayacağımızı düşünüyor?" Sonuç olarak, Dorya'nın Osmanlı donanmasının takip edebileceğini düşündüğü savaş taktiği tespit edilip, ona göre tedbir alınıyor ve savaş bu taktik üzere kazanılıyor. Dikkat edilirse, her iki tarafta soru "Yarın nasıl bir taktik uygulayalım" değildir; öte yandan Barbaros, Andre Dorya'nın savaş taktiğini de merak etmiyor; tersine Dorya'nın taktiğini kendisinin muhtemel savaş taktiğine göre kurgulayacağını düşünüyor ve onu aşan yeni bir taktik geliştirerek savaşı tedbir ediyor; çünkü tedbir, tekrar pahasına, niyet ve amacın en ucunu düşünerek tefekkür eylemektir. Niyetin işaret ettiği gaye dikkate alınarak geliştirilecek ç-özüm (tedbir), sorunun öz-üne iner; tersi durumda kabukla uğraşmak kaçınılmaz; bağırıp-çığırmak kaderimiz olur. Unutmayalım ki, zavallılara, zayıflara, Tanrı acıyabilir; ama niyeti, gayesi, kısacası dili kötü olan insanımsılar asla acımazlar. Öte yandan, el duası bitmeden yapılacak dil duası yalnızca bir gürültüdür; çünkü yine, ancak el ve dilce hazır olanlar, huzur bulurlar... https://1000kitap.com/yazar/Ihsan-Fazlioglu
Oldi okurunun profil resmi
Metinler ÖLEN ÖLDÜ KALAN SAĞLAR HÂİNDİR (Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in İstiklâl Marşı Derneği’nin İkinci Sene-i Devriye Bülteni’nde neşredilen yazısıdır.) Elinizde tuttuğunuz cerîde için İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel’den yazı istediler. Ne yapılabilir? Şimdiye kadar (Kaçıncı ‘şimdi’dir bu!) yayın alanına sürdüğüm şeylerin hiçbiri âniden zihnimde çakıp da kâğıda döktüğüm şeyler olmadı. Bir sütunu haftanın yedi günü doldurmak zorunda kaldığım dönemlerdeki gazete yazılarım da bu hesaba dâhildir. Yazmanın bir cüretkârlık olduğuna başından beri inandığım için yazarken neye cüret ettiğimi düşünmenin içime saldığı tedirginlik üzerimden hiç kalkmadı. Ben bu baskı altında her satırı kemal-i ciddiyetle, hangi sözlerin nereye varacağının hesabını ihmal etmeden yazdım. Başkalarının alelusul yaptığını bir türlü, çok istediysem de yapamadım: Bir yazıyı “şişirivermeyi” beceremedim. Bigânelik bana göre değilmiş. Kaderim bu. Hazıra konmanın tadını ben de çıkarmak istemez miyim? Ağzımın tadını bilmez miyim? Her iki sorunun cevabı da olumludur. Hem ağzımın tadını bilirim ve hem de hazıra konmanın tadını çıkarmak isterim. Gel gör ki bu hususta bildiklerim istediklerime, istediklerim bildiklerime destek vermedi. Ağzınızın tadını bildiğiniz için hazıra konmanın tadını (hazırdakilerin tadıyla başınız hoş olmadığı için) çıkaramıyorsunuz ve eğer hazıra konmaya razı olacaksanız ulaştığınız şeyin ağız tadınıza uyacak bir nitelik kazanmadığını görüyor ve maalesef biliyorsunuz. Ben bu iki değirmen taşı arasında hayatımı öğüttüm. Yazdıklarım, hayatımın öğütülmesiyle neyi husule getirmek mümkün kılınabiliyorsa onlardan ibaretti. Yanlış anlaşılmasın: Hayatımı yazmama malzeme temin edebilmek için öğütmüş değilim. Yazma etkinliğine atılmadan önce hayatımı öğütmeye zaten başlamıştım. Yazdıklarım kolaylıkla bu öğütülmüşlüğün uzantıları haline gelebildi. İşlemin bir sonuç vermesi ürünün temizliğine elbette delil değil. Yazdıklarımın pür ü pâk olmadığını herkesten önce ben biliyorum. Dikkatini tezgâhımda sıralanan üründeki kepek oranının ne derecede yüksek olduğuna ilk çevirecek kişi benim. Eserimin istediğim kadar, gönlümden geçtiği kadar billûrlaşmayışı elbette rahatımı kaçırıyor; ama beni asıl huzurdan uzak tutan yazmak macerasının bende bıraktığı posadır. İhtiyarladım ve yedeğimde hak ettiği yerden nasipsiz bir yaşantı var. Yükümün safrasını atabilmiş değilim. Hâlbuki böyle olmaması lâzımdı. Matthew Arnold’a inanacak olursak kendini bulan insan kendini sefalete uğratan şeyden kurtulmuş olur. (Resolve to find thyself ; and to know that he who finds himself, loses his misery) Kendimi bulabildim mi? Öyle olduğuna kaniim, gerçekte kendimi hiçbir zaman kaybetmediğimi düşünüyorum. Hayatımın bir çağında kendimi buldumsa nerede, hangi mekânda ve nasıl, neyi yaparken veya bana ne yapılırken buldum? Sefilliğime delalet etmiyorsa zahmet çekerek taşıdığım safra neyin nesi? Bu minval üzere çoğaltılacak soruları cevaplandırmak, bulunmaya değer bir ben olduğunu göstermek suretiyle kendimi bir de ben görmek istiyorum. Buna şiddetle ihtiyacım var. Kendimi görmeye ihtiyacım var; yoksa kendimi bulduğumu anlamam nasıl mümkün? Kendimi bulduğumun kanıtına buluşumu kabul edenle ulaşabilirim. Bir bakıma saframı başkasının üstüne yıkarak… Kırk yılı aşan yazı hayatımın safrasını bir başkasına yıkmam o başkasını yıkışım demek değil. Bilakis, yükü kabullenen bunu ancak yıkılmama iradesini göstererek yapabilecektir. Sahiden olacak mı bu? Olmadıkça bilemeyeceğiz. Olması için benim safradan kurtulmam, aşağıdaki satırları yazmam lâzım: Kendi tavsiyeme uyacağım ve olduğum yerden başlayacağım. Olduğum yer öldüğüm yerdir. Buna isterseniz uğruna ölümü göze aldığım yer diyebilirsiniz. Oluşun ve ölüşün biri gelmeden diğerini görmemiz imkânsız. İlk bakışta oluş ile ölüş arasındaki ilişki ben ve öteki ilişkisi gibi anlaşılır. Yani aynı alanda ikisine birden yer bulunamaz; birinin oluşu ister istemez diğerinin ölüşüne sebep olacaktır. Biri ölmeksizin diğeri olmayacaktır. İlk bakışın izlenimi budur ve bize sürekliliğin ancak sonlulukla sağlanabileceğini açıklar. Benimsenilen ilke tazelenmenin kaçınılmazlığıdır. Köhneleştiğin nispette tazelenebiliyor musun? İnsanların büyük çoğunluğu için bu soruya cevap teşkil edecek açıklama yeterli açıklama sayılmalıdır. Önce her şeyimize bir yer tahsis etmek ve akabinde her şeyin kendi yerinde bulunmasını sağlamak. İlerleme gücümüz varsa ilk bakıştan sonrasına erebiliriz. Erdiğimiz rahmettir. Erersek rahmetli oluruz. Bu demektir ki oluşumuzu ölüşümüzden, ölüşümüzü oluşumuzdan ayıramazlar. Eeee?
İsmet Özel
İsmet Özel
/ Mart 2009
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.