Freud'un insanlığa kazandırdığı şey: fark edilmediğinden dolayı kategorileştirilemeyeni, algılanamaz ve sarsıcı olanı insanın kendi öz hakikatinin bir parçası olarak onun kendisine sunmasıdır.
Öz-düşünümsel (Alm. selbst-refleksive) tasavvur için şart olan öz, öznenin kendi yansıması olan kategorilerden, herkesin yansıması olan "ben" fikrine, oradan da bizi "kendimizden daha hafif" kılan yabancıya götürüyor. Yabancı, Hegelci Tin'in tınısı üzerinde salınıyor.
"Yakın olan, yabancı olandan daha çok korkuturdu beni"...diyor Blanchot.
Bu yakın olanın nasıl "o basit, açık mevcudiyetiyle, ama biz yokmuşuz gibi, bizim dünyamız yokmuş gibi, belki de hiçbir dünya yokmuş gibi" yanımızda olabildiği sorusu, belki de yazarı 'yoldan çıkartan'.
Refleksiyon insanın her şeyden önce kendi deneyimine, ki bu düşünsel veya bedensel olabilir, ait bir sorgulamayken, Tin adeta, bu sorgulamayı mümkün kılan eski-ilkel bir hayalet gibi ortaya çıkıyor. Başkasını, ve 'ben' bir başkası olduğuna göre kendini, Birey olarak tanımlayan insan hariç, gidilebilecek son insana gidip ondan kendisini tanımlamasını istiyor yazar. Joyce'un rüyalar alemi, dünyanın kendiliği üzerinden ötekileştirilip, 'herkesin içinde olan'a kolektif olana (F. Jameson bunun Tin olduğunu söyler Hegel Varyasyonları'nda) aktarılıyor.
Kısaca özne hakikate ulaşmak için kendinden vazgeçen bir varlık olarak çıkmaz karşımıza.
Sartre'ın kendinde olanı taşa, fiziksel olana benzetmesi noktasında örtüşür son özne (das Ich).
Soru biçimine bürünen şey artık sorunun kendisi değildir bu yüzden:
"Cevap vermek, her ikimizin de çok
uzun süre önce terk etmiş olmamız gereken bir
bölgeye ait. Her cevap zaten dağılıp kaybolmamışsa, sana nasıl soru sorabilirdim?"