Gönderi

Selam
İslâm’da selamlaşma aynı zamanda dualaşmadır: Selam, içinde sevgi, saygı, barış, dostluk, kardeşlik, arkadaşlık da bulunan bir sihirli sözcüktür... Sözler ve hareketler toplumdan topluma değişir: Meselâ, dillerini çıkartarak (Tibetliler) selamlaşanlar olduğu gibi, burunlarını sürtüştürerek (Yeni Zelanda’da yaşayan Maoriler) veya el kaldırarak (Kızılderililer), avuçları göz hizasında birleştirip eğilerek (Japonlar) selamlaşanlar da vardır. Müslüman selâmı bunların en güzeli: Dolu dolu dualaşma... Atalarımız hem Kur’an ve sünnette emredildiği, hem de insanlar arasında münasebet tesisisin ilk adımı olduğu için, selama çok önem verirlerdi. O kadar ki, Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’ne açılan ana kapısının üzerinde şu mealde bir âyet yazılıdır: “Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka evlere, haber verip (geldiğinizi fark ettirip) izin almadan ve ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız.” (Nûr, 27). Eskilerimiz her İlâhî hüküm gibi, bu hükmü de yüreklerine emzirmiş, hatta “Selamün aleyküm” sözcüğüne, beden dilini de katarak zenginleştirmiştir. Selama beden dilinin katılmasının adı “temenna”dır... Önce sağ el kalbin üzerine konulur. Sağa/aşağıya doğru çapraz bir işaret çekildikten sonra, başa götürülür... Osmanlı hükümdarları ve devlet adamları yüzyıllar boyu halkı bu şekilde selamlamışlardır... Yani “temenna” etmişlerdir... Elin önce kalbe konması “Siz benim kalbimdesiniz”, oradan baş hizasına kaldırılması ise “başımın üzerinde yeriniz var” anlamına gelir. Bu hareket “başüstüne”, “başımla beraber”, “baş tacı” şeklinde kelimelere dökülmüştür. Özellikle sesin ulaşmadığı durumlarda fevkalâde güzel bir jesttir. Temenna, şapka inkılâbından sonra değişmiş, kalb devre dışı bırakılarak el (askeri selamda olduğu gibi) doğrudan başa gitmeye başlamıştır... “Selamün aleyküm” sözcüğünün yerini de, “günaydın-tünaydın” gibi anlamsız kelimeler almıştır. Yeryüzünde lisanî ve bedenî olarak “selam devrimi” gerçekleştirmiş tek millet biz olsak gerektir. Eskiden iki kişi karşılaştığında bir birlerine “Allah’ın selamı”nı verirlerdi. Giderken de “Allahaısmarladık” diyerek yine Allah’ı anarlardı. Uğurlayan kişi ise “selametle” der, gideni “Allah’a emanet” ederdi. “Allaha ısmarladık”ın yerini “esen kal” aldı. Gidene de “güle güle” demek moda oldu... Niye “güle güle” gitmesi gerektiği belli değil... “Cenazeye gidiyorum...” “Güle güle git birader!” Adam sanki cenazeye değil, güle-oynaya düğüne gidiyor! Nasılsa devrimin mantığının olması şart değil. “Yaptım oldu” dersiniz, olur. “Selâm verdim rüşvet değildir deyü almadılar”! Kanunî devrinin kudretli şairlerinden Fuzûlî’nin, “Selâm verdim, rüşvet değildir deyü, almadılar/ Hüküm gösterdim, yararsızdır deyü, mültefit olmadılar” (önemsemediler) mısralarını da içeren meşhur “Şikâyetnâme”sini hatırlarsınız sanırım. Kanuni döneminde değil, ama çok sonraki cumhuriyet döneminde, gerçekten de devlet memurları verilen selamı almıyor (belki içlerinden alıyorlardı), üstelik selam vereni adam yerine koymuyor, işini görmemek için çeşitli bahaneler uyduruyorlardı. Çünkü bir emirle “Allah’ın selamı” gitmiş, yerine, daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi, “günaydın-tünaydın” gelmişti. Ama tabii halk eski alışkanlığını sürdürüyor, alışageldiği selamda ısrar ediyordu. Aslına bakarsanız “yeni selam”a ısınamamış, ısınamadığı için de ezberleyememişti. Rahmetli babamdan dinlediğime göre, “günaydın” kelimesini bir türlü hatırlayamayanlar, kelimeyi elli çeşit kalıba sokuyor, aklına ne gelirse söylüyordu. Kimi “hava aydın”, kimi “selam aydın”, kimi “gözün aydın” diyordu. Arada alışkanlıkla Allah’ın selâmını verenler de çıkıyordu, ama o zaman memurların yüzü ekşiyor, selam vereni azarlıyor, “Burası devlet dairesi” falan gibi sözlerle ürkütmeye çalışıyor, bu arada âmirleri tarafından görülüp görülmediğini araştırıyor, ancak görülmediğine kanaat getirdikten sonra, verilen selâmı sessizce alıyordu... Ne de olsa memurlar da bu kültürün çocuklarıydı, muhtemelen onların da içleri kan ağlıyordu. Fakat devir herkesin bir birinden korktuğu, bir birinden kuşkulandığı bir devirdi. “Hükümetin kolu uzundur, her yere ulaşır” sözü, ürküntünün boyutlarını gösteriyordu. İddiaya göre üç kişiden biri “hafiye”, iki kişiden biri de “ispiyon”du! Selam şeklinin üstüne neden bu kadar gidildi, bilmiyorum (ezan şeklinin üstüne de gidilmişti), ama bir ara muhtarlarla imamların karakola çekildiğini, “günaydın-tünaydın” ayarı çekildiğini, “yeni selam”ı halka öğretmeleri için baskı yapıldığını, ancak bunun bile pek bir işe yaramadığını biliyorum. Yaşlılar acı acı gülerek anlatırlardı. Yine de halk bildiğini okumuştu: Belli ki, “yeni selam”ı bir nevi protesto ediyorlardı. Çünkü onlar sonuçta Osmanlı kültüründen geliyordu. Osmanlı’nın hayatı duadır! Selam, fenalıklardan uzak kalınması ve hayatın uzun olması anlamında bir dua olduğuna göre de, Osmanlı’nın hayatı bir nevi selamdır diyebiliriz... Selam, Osmanlı toplumuna öylesine hâkimdir ki, ölülere, hayvanlara, bitkilere, camilere ve hatta boş evlere mahsus selamlama usulleri bile vardır... Osmanlı insanı yolda karşılaştığı birine (Müslüman olup olmadığına bakmaksızın) selam verir, barış huzur ve esenlik dilerdi. Avrupalı gezginlerden Guer anlatıyor: “Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar.” Brayer ise hayranlıkla aynı noktayı vurguluyor: “Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder (büyüler). Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının (giriş ve çıkışlarda selâm verme) zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
25 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.