Gönderi

Ağaoğlu Ahmed Bey ve eşi Sitare Hanım
Karabağ’ın en eski ve en asil ailelerinden Vezirof’ların tek kızlarıydı. Ufak tefek, esmer, kara gözlü ve zayıf bünyeli olarak tarif edilir. Ancak fiziki görüntüsünün aksine, eşinin inişli çıkışlı siyasi yaşamı sırasında yaşanan zorunlu ayrılıklarda her zaman destek olması ile tanınır. Annesini ‘Babamın en yakın arkadaşıydı.’ sözleri ile tanımlayan Samet Ağaoğlu, onu romantik bulur:, “Okuyup yazmaktan başka bir tahsili yoktu. Fakat asil bir Azeri ailesinin maddi manevi zenginliği içinde inkişaf eden ince zekasının ve hassas ruhunun yarattığı romantik mizacı ile bir halk adamı olan babamın hırçın, asabi zeka ve karakteri ile durmadan çarpıştı.” Baba Ahmet Ağaoğlu ise 1868’de Azerbaycan’ın Şuşa kentinde dünyaya gelmişti. Azerbeycan’da başladığı tahsil hayatına Fransa’da devam etmiş, Jöntüklerle tanışması da bu dönemde olmuştu. Tarihçi Renan’ın öğrencisiydi. Fransa’da kalıp bilim adamı olmasını istemiş, ancak o ülkesine dönüp yurttaşlarına yararlı olmayı seçmişti. Bakü’de ilk Türkçe gazete olan İrşad’ı çıkarmış, Türk kızları için Türkçe-Rusça eğitim veren lisenin açılmasını da sağlamıştı. Ağaoğlu’nın Sitare Hanım ile tanışması bu dönemlere rastlar. Arkadaşlıkları zamanla sevgiye dönüşmüş, evlenmeye karar vermişler, ancak ailesi bu kararı onaylamamıştı. Karabağ’lıların “Frenk Ahmet” diye çağırdıkları Ahmet Bey ile Sitare Hanım’ın sevgileri galip çıkacak ve evleneceklerdi. Sitare Hanım’ın arka arkaya dört doğum yapması, zayıf olan bünyesini bir hayli sarsmıştı ancak manevi sarsıntıları daha fazlaydı. Azerbaycan’da oturdukları ilk dönemlerde giriştiği fikri mücadele sırasında hayatı tehlikeye girecek boyutlara varmış ve II. Meşrutiyet’in ilanı öncesinde Türkiye’ye gitmişti. Burada kalmaya karar veren Ağaoğlu, Sitare Hanım’a diyordu ki: “Seni, aileni memleketinden zorla ayırmak istemem, istersen kal.” Bir şartı vardı. Çocuklarını yanına istiyordu. Sitare Hanım çocukları ile birlikte Türkiye’ye geldiğinde yıl 1910’du. Bab-ı Ali, Şerefefendi sokaktaki büyük bahçeli ev yeni yuvalarıydı. Kızları Süreyya’yı Çarşıkapı İttihat Mektebi’ne yazdırmışlar. Süreyya belki de ilk kadın haklarını küçük yaşına rağmen okul müdiresi Nezihe Muhittin’den alacaktı. İlk acıyı küçük oğlu Beşir’in menenjit hastalığından vefatı ile yaşamışlardı. Ardından Ağaoğlu’nun tutuklanması bu acıyı pekiştirecekti. Osmanlı Kafkas orduları ile beraber Nuri Paşa’nın müşaviri olarak Azerbaycan’a gitmesinin ardından tutuklanmalar başlamıştı. Ağaoğlu ise hâlâ Azerbaycan’da iken İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb’in yeni hazırladığı listede Ağaoğlu da vardı ve isimleri tanıtırken Ağaoğlu için “Alman beslemesi, Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde Kırım’ı teşvik etti.” terimini kullanmıştır. Sitare Hanım eşinin gelir gelmez yakalanacağı endişesi gerçeğe dönüşecekti. Döndüğünün dördüncü günü yani 25 Mart 1919 günü polisler evi basmıştı. Oysa Azerbaycan vatandaşı görünüyordu, diplomatik pasaportu vardı ve Barış Konferansı delegelerinden biriydi. Hasta yatağından hükümet doktorunun müsaadesi ile alınmış, tutuklayarak Bekir ağa bölüğüne götürülmüştü. Samet Ağaoğlu, babasını annesi ile birlikte ziyaret ettiğinde annesinin:” Hiçbirinize ceza vermeyecekler.” dediğinde babasının isyan ederek:’ Böyle şey olmaz, bir hükümet kendi tebaasını başka devletlere, hele düşmanlara teslim etmez.”diye bağırdığını da söyler. Ancak yanılmıştı. Ailesi bu güne de tanık olacaktı: “Haber verdiler. Babamı götürüyorlardı. Annemle Bekir ağa bölüğüne koştuk. Mevkufların Arapyan Hanı’nda olduğunu söylediler. Oraya koştuk. Orada da yoktu. Daha sonra Kızkulesi yakınlarında demirli, boyaları dökülmüş, eski bir yük vapurunun etrafına dizilmiş kayıklar arasına karıştık. Babam güvertenin parmaklıklarına dayanmış bize bakıyordu.” Sitare Hanım da iki sene boyunca göremeyeceği eşine yaşlı gözlerle bakıyordu. 28 Mayıs günü İstanbul’dan kalkan Prencess Ena isimli geminin içinde “A” listesinde yani zulüm yapmakla suçlananlardan biriydi ve yaka numarası 2764’dü. Ahmet Ağaoğlu, tutuklanmasının ardından verdiği dilekçelerle itiraz eden mahkûmlar arasında ilk sırada yer alır. Hakkında yapılan suçlamalara sürekli itiraz etmiştir. Ancak verdiği dilekçeler incelendiğinde hiç boyun eğmeyen bir duruşla adalet isteyen satırlar vardır. 5 Haziran 1919 günü Mondros’a götürülen ilk kafile içinde yer almasının ardından, İngiliz Yüksek komiserliğine verdiği dilekçe de görülür: “İngiltere’ye çağrıda bulunuyor ve soruyorum. Ben neden buradayım? Savaş tutsağı olarak mı? Suçum nedir? Tekrar ediyorum ekselans. Kendimi tamamen suçsuz sayıyorum. İngiliz Başkumandanının ön ayak olmasıyla ve izniyle Barış Konferansı’na gidiyordum. Ama belki de suç işlemişimdir. Öyleyse bana şunun bildirilmesini istiyorum. Özgürlüğümden yoksun edilişimin nedeni nedir? Savaşla ilgim olmadığı halde niçin savaş tutsağı muamelesi görüyorum. Lütuf ya da af istiyor değilim ekselans! Adalet istiyorum. Bir mahkeme istiyorum. Bu mahkemenin vereceği karara boyun eğmeyi de önceden kabulleniyorum.” Bu arada Sitare Hanım da boş durmuyordu. 7 Temmuz 1919 günü bir dilekçe vermiş, eşinin İstanbul’daki siyasi düşmanlarının iftirasına uğradığını belirtmişti. Çocukları ile zor durumda kaldığını, kocasının serbest bırakılmasını da ilave etmişti. Ancak bu dilekçelere bir cevap gelmeyecekti. Ağaoğlu dilekçesini bu kez Lordlar Kamarası Başkanı ve Adalet Bakanına gönderecekti: “İngiltere, dünya ölçüsündeki gücüyle benim gibi savunmasız birçok kişiyi elbette ezebilir ekselans. Ama bu İngiltere’nin şanına ne katacaktır? Bir sanığın yapabileceği en fazla yargılanmasını istemesidir. Ona karşılık bile verilmeyerek hakkın ortaya çıkarılmasından kaçınılması, kuvvetin kötüye kullanılmasının en korkuncu değil midir? Son bir sözüm daha var ekselans: Bütün bunları sizin acıma duygularınızı kamçılamak için söylemiyorum. Hayır! Acınmayı ya da bağışlanmayı asla kabul edemem. Ben adalet istiyorum.” Kesinlikle eğilmez ve İngilizlere yaka silktirir. Onun bu meydan okuması karşısında araştırma başlatılır ve hakkında toplanan bilgilerle tanımaya çalışılır. Ajanlıkla suçlanır, Bolşevikler adına çalıştığı yazılır, doğru ya da yanlış buldukları bilgilerle Malta’daki en kalın dosya Ağaoğlu için oluşturulur. Tüm bunlara rağmen Ağaoğlu’nun talepleri yerine getirilmemiş ve Malta’da kalması uygun görülmüştü. Artık Sitare Hanım’ın tek tesellisi mektuplardı. Ağaoğlu’nun, Malta’dan yazdığı mektuplarda ümit vardır, hasret vardır ve eşine geçinmeleri için verdiği tavsiyeler vardır. 9 Kanun-i sani 1921 günü yazdığı mektupta diyordu ki: “Azizim Sitare ve Humay, Son mektuplarınızı aldım ve ta kalbigahımdan vuruldum. Demek ki siz şimdi aç bilaç kimsesiz kaldınız. Sizin bu haliniz beni gece gündüz muzdarip ediyor. Kıvranıyorum, dağlanıyorum! Fakat ne yapayım? Öyle bir felakete düştüm ki, ilacı Allah’tan başka kimsenin elinde değildir. Fakat zannetmeyiniz ki, ben kendimi düşünüyorum. Beni daima düşündüren sizin halinizdir. Bu mektubuma cevap alıncaya kadar, sizin bir çare bulmuş olduğunuzu öğreninceye kadar bende can kalmayacaktır. Bu mektupla beraber iki mektup daha yazıyorum. Birisi ... Bey’e. Kendisinin pek adi ve gaddar hain adam olduğunu söylemek için. İkinci mektubum Akşam gazetesi sahibi Kazım Nami Bey’edir. Bu zat benim mektep arkadaşımdır. Kayınbiraderi Emniyet Sandığı’nın müdürü imiş... Rica ediyorum, bu mektubu alır almaz onunla görüşün. Bizim oradaki arsaların kafesini Emniyet Sandığı’na terhin etmeye çalışsın. Beş altı ay kadar geçinecek para bulursanız, o zamana kadar belki Allah’ta bu işlere bir nihayet verir. Rica ederim bir şey kıskanma. Elinde ne varsa sat. Hiç şüphe etmem, bir şeyler sattınız, fakat kalanları da satın. Ne senin, ne de çocukların muhtaç olduğunuza katiyen tahammül edemem. Allah size ve bana sabır ve tahammül versin. Şimdi benim en büyük duam budur. Baki cümlenizin gözlerinden öperim.” Eşinin Malta’da sürgün olduğu dönemler Sitare Hanım daha da mücadeleci olmuştu. Çocukları Tezer ve Süreyya ile mitinglere katılıyor, Anadolu’ya geçmek için birkaç gün gözden kaybolması gereken dostları evinde saklıyordu. Kızları annesinin dayanma gücü ile ayakta kalabilmişler, Süreyya babasını Malta’ya sürülmesinden sonra avukat olmaya karar vermiş ve bu isteğini mektupla babasına bildirmişti. Ahmet Bey, hukukçuluğun bir erkek mesleği olduğunu düşünmesine rağmen kızının bu isteğine saygı duyuyordu.
·
84 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.