Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

ULUSAL BAĞIMSIZLIK HAREKETİNİN DOĞUŞU Saray, İngiltere’nin de onayıyla Mustafa Kemal’i Anadolu’daki 9. Ordu’ya, mütareke sonrasında silah bırakmamış Osmanlı güçlerini silahtan arındırmak amacıyla müfettiş olarak atadı. İstanbul’dan deniz yoluyla ayrılarak modern Türk tarihindeki derinden sarsıcı bir olay olan İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden dört gün sonra, 19 Mayıs 1919’da Samsun limanına vardı. Mustafa Kemal birlikleri silahsızlandırmak yerine, komutanlarla görüşerek Amasya’da ortak bir direniş genelgesi yayınladı. Saray onu harcamaya kalkınca da görevinden istifa etti. Sonrasında Müdafa-i Hukuk örgütleri onun çevresinde toplandılar. Bu tür örgütlerin kongreleri 1919’da Erzurum’da (23 Temmuz-17 Ağustos) ve Sivas’ta (4-11 Eylül) yapıldı ve her seferinde Kemal Paşa’yı kongre başkanı olarak seçtiler. Aralık ayında Mustafa Kemal, Anadolu’nun merkezindeki Ankara’ya taşındı ve bu kenti ulusal direniş hareketinin merkezine dönüştürdü. Burada, İngilizce’ye nation, national ve nationalist olarak çevrilen Türkçe millet, milli ve milliyetçi terimleri hakkında birkaç şey söylemek gerekir. Bu kelimeler, bağımsızlık savaşı boyunca ve sonrasında, milliyetçiden çok vatanperver, dışlayıcıdan çok bütünleştirici anlamlarda kullanılmışlardır. Bu terimler Anadolu’nun tüm İslâmî unsurlarını -Türkler’i, Kürtler’i, Çerkezler’i, Araplar’ı ve Lazlar’ı- kapsıyordu ve her birinin kendi benlikleri vardı; Mustafa Kemal, 1919’un ekim ayında, Misak-ı Milli’nin buna göre belirlendiğini belirtmişti. Dinleyicilerine, ‘Efendiler!’ diye başlayarak anlatmıştır, ‘Bu hudut sırf askeri mülahazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millidir. Hudud-ı milli olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu hudut dâhilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı İslâmîye’den yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dâhilinde Türk vardır, Çerkez vardır ve ana-sır-ı saire-i İslâmîye vardır. İşte bu hudut memzuc bir halde yaşayan, bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhid etmiş olan kardeş milletlerin hudud-ı millisidir.’ Milli Misak, yeni devletin sınırlarını belirliyordu. Sınırlar, 1913 yılında Balkan Savaşı’ndan sonra imzalanan ve Osmanlılar’a Balkanlar’da toprak veren barış antlaşmaları ile Ekim 1918 ateşkesinin sınırlarına dayanarak belirlenmişti. Milli Misak’ı 17 Şubat 1920’de tamamıyla kabul eden son Osmanlı Meclisi’nde, bun-dan iki gün sonra Türk ve millet kavramları tartışılmış ve Türk kav-ramının tüm farklı Müslüman unsurları içine kattığına karar verilmiş-ti. Hatta bazı mebuslar Osmanlı Yahudileri’ni de Türk kavramı içine katmışlardı. Mustafa Kemal bu fikirleri 1 Mayıs 1920’de tekrarlıyor-du: ‘Burada maksut olan ... yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değil-dir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürek-kep anasır-ı İslâmîye’dir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kur-tarmak için azmettiği emeller, yalnızca bir unsur-ı İslâm’a münhasır değildir. Anasır-ı İslâmîye’den mürekkep bir kitleye aittir.’ Osmanlı veya Kemalist vatandaşlık anlayışı asla etnik olmamıştır. Osmanlı kimliği, etnik köken veya dinden bağımsız olarak hanedan etrafında odaklanmıştı; Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, hanedana itaat ettikleri ve zaman içinde gelişmiş olan kültüre bağlı kaldıkları sürece Osmanlı sayılırlardı. Aynı şekilde, Türk vatandaşlığı da Misak-ı Milli tarafından tanımlanmış, oluşan devletin sınırları içerisinde yaşamaya (doğmaya değil, yaşamakta olmaya) dayanmaktaydı. Kurtuluş Savaşı boyunca, gayri-Müslimler de (Rum ve Ermeniler) kendi devletleri için savaştıklarından din önemli bir rol oynadı; yalnızca Osmanlı Yahudi-leri milliyetçilere katıldılar. Doğum prensibine göre, Mustafa Kemal’in Meclis’teki düşmanları, onu yeni Türkiye sınırları içerisinde beş yıl yaşamadığı için seçilme hakkından bile mahrum edilmesi için uğraştı-lar, çünkü artık yeni Yunanistan’ın bir parçası olan Selânik’te doğ-muştu. İngilizler milliyetçi meydan okumaya İstanbul’u işgal ederek kar-şılık verdiler. İstanbul Meclisi son olarak 18 Mart 1920’de toplandı ve İngiltere’nin eylemini kınadıktan sonra belirsiz bir süre için oturum-larını erteledi. Padişah 11 Nisan’da Meclis’i feshetti ve böylelikle uzun süredir sultanın Müttefikler’in tutsağı olduğunu iddia eden Ankara milliyetçilerinin meşruluğuna katkıda bulunmuş oldu. Yine de, milli-yetçiler; özellikle de Saray, milliyetçileri zındıklar olarak tanımlayan ve müminlerin görevinin onları öldürmek olduğunu belirten bir fetva yayınladıktan sonra, sultanın taraftarlarına karşı bir iç savaş ilan et-mek zorunda kaldılar. Milliyetçiler buna karşılık olarak Ankara müf-tüsüne, halifenin gâvurların elinde esir bulunduğunu ve onu kurtar-mak için savaşmanın müminlerin görevi olduğunu söyleyen bir karşı fetva yayınlattılar. 1920 ilkbaharı milliyetçiler için en tehlikeli dönemin başlangıcına işaret eder. Bu dönemde Saray’la ve yabancı güçlerle bir ölüm kalım mücadelesine giriştiler. Yunan güçleri Batı Anadolu’yu 1919’da işgal etmişti, temmuz ve ağustos aylarında Bursa ve Edirne’yi de işgal ede-rek ilerlemeye devam ettiler. Ertesi yıl, padişah, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalayarak Anadolu’nun önemli bir kısmını Yu-nanistan’a Ermenilere ve Kürtlere bıraktığı gibi Milletler Cemiyeti tarafından Fransız mandasına verilen Suriye’ye de toprak verecekti. İstanbul bile Boğazlar’ı yönetecek bir uluslararası komisyona bırakı-lıyordu. Milliyetçiler Türk-Müslüman devletinin hayatta kalmasının tehli-kede olduğuna inandılar. Bu tehdit, Yunan ordusunun haziranda yeni bir saldırı başlatarak Kütahya ile Eskişehir’i aldığı ve Ankara’nın ula-şım hatlarını tehdit ettiği 1921 yılına da yansıdı. Ağustos ayında as-kerî durum o kadar ciddileşti ki BMM, başkomutan olarak Mustafa Kemal Paşa’ya askerî konularda otoritesini kullanması için yetki ver-di. 13 Eylül 1921’de Sakarya Savaşı’nda elde edilen başarı milliyetçi hareket içindeki rakiplerine karşı Kemal Paşa’nın elini güçlendirdi. Bu konuda doğru fikirler yürüten akademisyenlere göre, Mustafa Kemal’in yenilmesi durumunda yönetim rakiplerinden biri olan ve mükemmellik seviyesinde bir askerî kimliği bulunan Kâzım Karabekir Paşa’ya geçecekti. Sakarya Savaşı Mustafa Kemal’in kariyerinde ve bağımsızlık mü-cadelesinde bir dönüm noktası oldu. Mareşalliğe terfi ettirilerek ken-dine Atatürk soyadını aldığı 1934 yılına kadar kullandığı Gazi unvanı verildi. Büyük güçlere karşı konumu da kuvvetlendi. Moskova’yla Türk-Rus sınırını belirleyen bir antlaşma imzaladı; İngilizler de Ak-deniz’deki Malta Adası’nda tuttukları -İttihadçı ve milliyetçi- tutuklu-ları serbest bıraktı. On bir ay sonra, 1922 Ağustosu’nda, Mustafa Ke-mal Yunan hatlarına karşı bir genel saldırı başlatarak Yunan ordusunu 2/3 Eylül’de teslim olmaya zorladı. Milliyetçi güçler 9 Ey-lül’de İzmir’e girdiler ve 11 Ekim’de Mudanya Mütarekesi imzalandı. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı; şimdi sıra yeni kurulacak devle-tin ve toplumun nitelikleri hakkında milliyetçilerin kabul edeceği bir uzlaşma bulmaktı. İngilizler farkında olmadan milliyetçilerin işini, barış şartlarını görüşmek için hem İstanbul hem Ankara’dan heyetler çağırarak ko-laylaştırdı. İngilizler milliyetçileri dağıtacağı yerde, onları birleşmeye ve kararlı davranmaya itti. Milliyetçiler Ankara hükümetinin yeni Türkiye’nin tek meşru otoritesi olduğunu öne sürdüler. İstanbul’da ise aslında padişahın yönetiminde devamı benimseyen bir muhafa-zakâr olan General Refet Bele, sultanı hükümetini dağıtarak milliyet-çilerin izinden gitmeye ikna etmeye çalıştı. Eğer başarılı olsaydı milli-yetçilerin padişahlığı nasıl olup da kaldırabileceklerini tahmin etmek zordur. Ancak, Vahdeddin Refet Bele’nin önerisini reddetti ve 1 Ka-sım’da Ankara’da BMM buna, 16 Kasım 1920’den beri sultanın hükü-metinin bir işlevi kalmadığını öne sürüp padişahlığı kaldırarak karşı-lık verdi. Bu andan itibaren, İstanbul da, tüm diğer taşra gibi, Ankara’dan yönetilecekti. Vahdettin, 17 Kasım 1922’de bir İngiliz sa-vaş gemisiyle ülkeden kaçtı; ertesi gün Meclis Abdülmecit Efendi’yi ülkenin yeni halifesi olarak seçti. Meclis padişahlığı kaldırmıştı ama halife milliyetçi hareket içinde de halk arasında da büyük popüleritesiyle destek görmeye devam ediyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın durumu güvende olmaktan çok uzaktı. Bazı milletvekilleri, onun Meclis’e seçilmesini, seçim yasasını değiştirip yalnızca, seçim bölgelerinde beş yıldan fazla bir süre otur-muş olan kişilerin seçilebilmesini sağlayarak önlemeye çalışıyorlardı. Bu, Mustafa Kemal’i, yeni Türkiye’nin sınırları dışında doğmuş olduğu ve Türkiye’nin hiçbir yerinde sürekli olarak beş yıl oturmadığı için saf dışı bırakacaktı. Ancak, değişiklik önerisi komisyonda geri çekildi. Mustafa Kemal tecrit edilmiş olduğunu ve destek alanını geniş-letmesi gerektiğini fark etti. Bunun sonucunda, kendi siyasi partisini, daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan ve eski rejim karşıtı herkesi temsil eden Halk Fırkası’nı kurdu. Halk terimi sosyal sınıflarından bağımsız olarak eski düzene karşı olan herkesi kapsı-yordu; temel görevleri eski düzeni ve onun temsilcilerini alt etmek ve ‘halkın devleti’ni kurmaktı. Kemalistler karşıtlarına bu anlamda ideo-lojik savaş açtılar ve Mustafa Kemal konuşmalar yaparak ve basına beyanatlar vererek mesajını tüm ülkeye yaydı. Mustafa Kemal’in liderliği aynı zamanda bazı muhafazakâr silah arkadaşlarının da tehdidi altındaydı. Bunlar uzun yıllardır tanıdığı Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir ve Refet Bele gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kahramanca çarpışmış ama eski meşruti-yet düzeniyle gelmiş olan ılımlılık ve meşruluğu kullanmak isteyen kişilerdi. Monarşi, büyük ölçüde padişahın taktik hatası sonucunda kaldırılmıştı ama bu kişiler halifenin yeni Türkiye’yi cumhurbaşkanı olarak yönetmesinde bir engel görmüyorlardı. Bunlar, tıpkı kendile-rinden önceki İttihadçılar gibi, Türkiye’nin önceden bir sultan-halife, şimdiyse bir cumhurbaşkanı-halife tarafından, aşağıdan saldırılama-yacak ama yukarıdan kolayca yönlendirilebilecek bir sembolik ma-kam tarafından yönetilebileceğine inanıyorlardı. Öte yandan, Kema-listler ise, toptan bir toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşüm istiyorlardı. Devleti artık geleneksel toplum kuralları ve sembolleriyle yönetmek istemiyor, Türkiye’yi 20. yüzyılda hızla ilerletecek yeni, laik bir ideoloji yaratmak istiyorlardı. Kemalistler, Batı’nın materyalizmi-ni, teknolojisini, modern silahlarını, fikirleriyle beraber benimsemek, böylelikle toplumu, kelimenin en geniş anlamında, dönüştürmek isti-yorlardı. Bu, dinin devletten ayrıldığı değil, devletçe kontrol edildiği bir laik toplum yaratmak demekti. Onlar için çağdaşlık ekonomik ve toplumsal boyutlarla birlikte siyaseti ve kültürü de içeren geniş bir bütünlüktü. Geleneksel, ataerkil toplumlarını kökten ıslah ederek hem çağdaşlığı hem çağdaşlaşmayı başarmak istiyorlardı. 1923 sonrası Kemalizm’in siciline bakarsak rejimin gelenekselci-likten baş döndürücü bir hızla modernliğe doğru ilerlediğini görürüz. Hükümet demokratik olmayabilirdi ama en azından yeni-ataerkil pa-dişahlık da değildi. Kemalistler, laikliği yani dinin devletten ayrılması ilkesini değil, devletçe denetlenen İslâm’ı getirdiler. İslâm’ı, reform programları ve devrimlerini, gerektiğinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından meşrulaştıracak şekilde kullanmaya niyet ettiler. Bilgi ve bilim, ‘hayatta en hakiki mürşit’ olarak tanımlanmaya başladı. Şehir kadınları da bir modernleşme rejiminde bir şekilde çağdaşlaşmadan yararlanmaya başladılar.
··
59 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.