Gönderi

NURİ BİLGE CEYLAN’IN “AHLAT AĞACI” ADLI FİLMİNDE BİR TESLİMİYETİN HİKÂYESİ 26 Ocak 1959 tarihinde İstanbul’da doğan Nuri Bilge Ceylan, çocukluğunu Çanakkale’de geçirir. İlk, orta ve lise öğrenimini ablasıyla birlikte geldiği İstanbul Bakırköy’de tamamlar. 1978 yılında Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği’ni kazanır, bunun yanında seçmeli olarak sinema derslerini de alır. Ankara Mamak’ta vatani görevini yaptıktan sonra bir süre fotoğrafçılıkla uğraşır. Öte yandan Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sinema Bölümü’nü okur. Yakın arkadaşı Mehmet Eryılmaz’ın çektiği kısa filmde rol alarak film ve sinema sektörüne fiili olarak yer almaya başlar. 1995 yılında ilk kısa filmi olan Koza’yı çeker ve Yılmaz Güney’den sonra Cannes Film Festivali’nde ödül alan ilk kişi olur. Hemen ardından Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak gibi projeleriyle de adından sıkça söz ettiren Nuri Bilge Ceylan pek çok ödüle de layık görülür. Yönetmenliğinin yanı sıra fotoğrafçılık, senaristlik, yazarlık ve oyunculuk yapmayı da sürdüren Nuri Bilge Ceylan eşi Ebru Ceylan ve oğlu Ayaz ile yaşamaktadır. Yönetmenlik hayatında Natüralist ve Realist bir tavır sergileyen Nuri Bilge Ceylan, son çektiği 8 Haziran’da vizyona giren Ahlat Ağacı adlı filminde de bu tavrı tam anlamıyla yansıtır. Eşiyle beraber senaristliğini üstlendiği yönetmen Ceylan, filmde mekân olarak çocukluğunun geçtiği Çanakkale ilinin bir kasabasını tercih eder. Film, Ceylan’ın genel tavrını yansıtmakla beraber çok daha uzun diyaloglarla karşımıza çıkar. Ahlat Ağacı; uyumsuz, dışlanan, meyvesi kendisi gibi şekilsiz, kara kuru bir ağaç, tıpkı filmin babası İdris (Murat Cemşir) gibi tıpkı babanın oğlu yani meyvesi olan Sinan (Doğu Demirkul) gibi. Sinan’ın babası emekli olmak üzere olan bir öğretmen olduğu için kendisinden topluma örnek davranışlar sergilenmesi istenilir. Fakat kendisi toplumun yüklediği sıfatlara tezat davranışlarıyla ve alışkanlıklarıyla (altılı ganyan oynama tutkusu) bir başkaldırı niteliğinde eylemler sergiler. Babanın hayvanlara merhameti ve bir köpeğin kayboluşu ile sabaha kadar uyumaması, ağlaması gibi tavırları onun insanların yargılarından kaçıp hayvanlara sığındığının en büyük ispatıdır. “Hayvanları seviyorum. Çünkü onlar insanlar gibi değil beni sürekli yargılamıyorlar.” Sinan, babasının olumsuz davranışlarını ve köyde belki de hiçbir zaman çıkmayacak olan su arayışı içinde kuyu kazmasını eleştirir ve annesine söylenip durur. Bütün bu olumsuz davranışlara rağmen anne Asuman’ın (Bennu Yıldırımlar) eşinin tarafını tutması “Dünyaya bir daha gelsem tekrar babanla evlenirdim.” demesi Nuri Bilge Ceylan’ın maneviyatın bakiliğini vurguladığı sonucu çıkar. Çünkü hiçbir karın tokluğu kalbin açlığını bastıramaz… Baba İdris ve oğul Sinan’ın ilişkisi üzerine kurulu olan film bunun yanı sıra birçok toplumun önemle üzerinde durduğu ve yüzyıllardır çözümünde netlik görülmeyen kadın, din ve edebiyat gibi çetrefilli sorunlara da yer verilmektedir. Filmin temel yapısını kilit nokta değerindeki diyaloglar oluşturur. Filmde bu temaları merkeze alan diyaloglara baktığımızda ilkin toplumun kadına yüklediği sıfatlardan arınamayan ve sevmediği kendisinden yaşça büyük olan bir kuyumcu ile evlendirilip mutsuz yaşamına acı kahkahalarla boyun eğen Hatice’nin (Hazar Ergüçlü) başkahraman Sinan ile arasında geçen çok kısa ama filmin kadın temasını büyük ölçüde özetleyen diyalogları dikkat çeker. ”Hazine Adası’na gireceğim, gireyim mi? Ama orada akrepler de var. İnsanlar neden en yakınındaki hayatı yaşamak ister? Oysaki ışıklı caddelerde yürümek isterdim, bir kere de yağmur damlaları ıslatsın kirpiklerimi, saçlarımı bir kerede rüzgâr savursun isterdim…” Hatice’nin bu sözleri bir genç kızın hayatına biçilen paydan daha fazlasını talep edememesini yansıtmakla birlikte bilmediği tam olarak arzulamadığı ama içinde bulunduğu kaskatı kabuğu yıkamamanın öfkesiyle su yüzüne çıkan farklı dünyalara açılmanın acı özlemini anlatır. Filmde tek bir diyalog ile çok geniş çaplı bir toplum ve değerler eleştirisi de gerçekleştirilir. Dinin asıl olan yapısının arka planda bırakılıp popüler propagandalarla üstünkörü yargılara yer verilmesi ve İslamiyet’e kendi doğruları ve çıkarlarına hizmet edecek şekilde yaklaşılmasına da eleştiride bulunulur. Çok muhalif bir tavırla dikkat çeken Sinan’ın din çerçevesinde gerçekleştirilen diyalog esnasındaki suskunluğu toplum ve değerlere bakış açısında bir boş vermişliğin boy gösterdiğini de hissettirir. Öne çıkan diğer diyalog ise başkahraman Sinan’ın atanamaması sonucu özel harekât timi olan arkadaşıyla toplumu nasıl terbiye edilmesi gerektiğine yönelik çivisi çıkmış dünya algıları göze çarpar. Toplumu aydınlatmakla mükellef olan bir öğretmen adayının özel harekât timi olduktan sonra toplumu küçümseyişi dayağı bir terbiye etme aracı olarak görmesiyle yükümlülüklerinden ne derece uzaklaştığını özetlemekte atanamayan öğretmen trajedisine (üniversiteden mezun diplomalı işsizler ordusu) de göndermelerde bulunmaktadır. Babası gibi öğretmenlik mesleğini gerçekleştirmek üzere olan Sinan, bir yandan da (filme adını veren) yazdığı Ahlat Ağacı adlı kitabını yayımlamak ve yazarlık hayallerini de gerçekleştirmek ister. Maddi açıdan güçsüz bir ailenin ferdi olan Sinan, kitabını yayımlamak adına kasabasındaki birkaç kişiden borç ister. Bu arayış aşamasında Sinan’ın tanıştığı yazar Süleyman (Serkan Keskin) ile edebiyatın topluma mı yoksa bireyin duygu ve düşüncesine mi hizmet etmesi gerektiği konusundaki diyalogları klasik bir edebiyat toplum için mi yoksa sanat için mi? şeklinde bir anlayışı çağrıştırsa da aksine alışılmışın dışında yazarların içinde bulundukları derin unutulup yok olma korkusu, dizelerine kendilerinden can katarak yaşatabilme kaygıları, öte yandan dizelerini yaşatmaya çalışırken sistemin bir parçası olmaktan kaçınamamanın acı yenilgisini ve bu yenilgiye duyulan öfkeyi yansıtır. “Tüm yeni çağlayan nehirler hırçın bir şekilde köpükler çıkarır. Fakat hiçbirisi köpürerek denize ulaşmaz.” Birçok sorunla uğraşan tutkulu genç yazar adayı Sinan, sonunda kitabını yayımlar fakat bireysel konular içeren ve herhangi bir amaca, çıkara hizmet etmeyen bu kitabı Sinan’ın babası dışında kimse okumaz. Sinan’ın kitabının okunmaması ile toplumun edebiyat konusundaki duyarsızlığına da göndermeler yapılır. “Eğer bir diktatör olsaydım bu Çanakkale’ye bomba atardım.” diyen Sinan, yaşadığı toplumdaki tekdüzeliğe adeta isyan eden hırçın, asi bir genç olarak karşımıza çıkar. Fakat bu asiliği toplumun durağanlığı ve kabullenmiş tavrı içinde sönük bir hal alır. Filmin sonunda Sinan’ın irdelediği birçok konu; toplumun ve geçmişin biçtiği değişim payı ile sınırlı kalır ve kökünden sıyrılamaz. Sinan’ın köküne teslimiyeti kaçınılmaz bir son olur. Bunu babasının uğraştığı kuyuyu kendisinin kazmaya başlamasından anlayabiliriz. Gerek kadın gerek din gerekse de edebiyat konusu olsun filmin ele aldığı, irdelediği birçok konuda da bir teslimiyet söz konusudur. Zıt karakterlerin fikirlerinin çatıştığı bu zengin diyaloglarla dolu filmde en dikkat çeken detaylar ise karakterlerin birbirlerine muhalefet olmasına rağmen sükûnet ile birbirlerini dinlemesi ve verilmek istenen mesajların net bir şekilde verilmeyip seyirciyi düşünmeye sevk edecek şekilde sonuçlandırılmasıdır. Ses ve görüntü kalitesi olsun, karakterlerin Anadolu’nun doğal insanını yansıtan ev-ekonomik geçim sıkıntısı olsun hiçbir yapaylık içermeyen doğal davranışlarıyla güçlü oyuncu kadrosu ile toplumun birçok sorununa değinmesi açısından da sorgulayan ve sorgulatan Mehmet Açar’ın deyimiyle hem kalbe hem de akla dokunan bir film…
·
36 views
çağla okurunun profil resmi
Ne güzel anlatmışsınız .
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.