Modern kültür üzerine yazan kimi yazarlar,
modernleşmeyle birlikte, ahlakın tartışıldığı
ortak mekânların kaybolduğunu dile getiriyor.
Ahlak kamusal alanda tartışılmadığında,
karikatürleştirilerek medyanın sansasyonel
haberciliğine meze yapılıyor. Ahlaksızlığı
gözümüzün içine sokan gazete ve
televizyonların, yeri geldiğinde nasıl ahlakçı
kesildiklerini biliyoruz. Ahlaki söylem giderek
zayıflıyor, zira modern dünyada sırtını
yaslayacağı tutarlı bir dinî inanış ve gelenekler
dizisi yok. “Ne yapmalı?” sorusu her
zamankinden daha önemli görünüyor. Çürüyen
ve kokuşan bir dünyada ahlakı savunmak için
ne yapmalı?
Bunun için öncelikle, “Hangi hikâyenin bir
parçasıyım?” sorusuna bir cevap vermemiz
gerekiyor. İçinde yaşadığımız toplumun
hikâyeleri biz doğmadan önce de vardı.
Kendimizi bu hikâyelere katacak mıyız, bireysel
yaşantımız ile kendimizi bir parçası saydığımız
hikâyeyi uzlaştırabilecek miyiz? Yoksa tarihe ve
topluma sırtımızı dönüp CNN ve benzeri
merkezlerin ürettiği hikâyelerle mi tatmin
bulacağız? Sözcüklerin değil imgelerin anlattığı,
katılıp zenginleştiremediğimiz, bir elden üretilip
dünyaya sunulan öyküler mi bizi tarif edecek?
Türkiye’nin çalışan şehirli kadınları Ally
McBeal’le mi özdeşleşecek? Bedeni bir ahlak
alanı olarak tartışmayı, Ahlaksız Teklif filmini
uyarlayan bir diziyle mi yapacağız?
Ahlak bugün Türkiye’nin en büyük meselesi.
Acar müteahhitlerin, ulaştıkları her yerde kamu
görevlilerini satın alarak kendilerine haksız bir
ikbal kapısı araladığını gazetelerde okuduk.
Kamu personelinin bir kısmının rüşvet almasının
vakayı adiyeden sayıldığı bir ülkede, hâlâ bazı
hayalî korkular üretenler varsa, onlar ipteki
cambazı gösteren yankesicilerin suç ortağıdır.
Üniversitede ahlaksızlık vardır zira bilimsel
açıdan kısır kişiler ideolojik yaltaklanmalarla
akademik merdiveni tırmanabilir. Siyaset ve
ticaret, öteden beri bu ülkede ahlakın mumla
arandığı yerler olagelmiştir. Bürokrasi, hizmet
etmesi gereken toplumu değil, sadece zümrevî
çıkarları gözeterek ahlaksızlığa davetiye çıkarır.
İnsan ilişkilerinde güçlünün zayıfı ezdiği,
paranın kirli ellerde çoğaldığı, ekranların
laubalilikle insanları tedhiş ettiği bir ülkede,
ahlak birinci meseledir. Çünkü ahlaki yaşantı,
insanlığımızı tanımlayan ve dünyamızı gerçek
kılan her şeydir.
Ahlak, dünyamızı gerçek kılar çünkü sadece
gerçek dünyada acı vardır. Gerçek dünyadaki
haksızlık can yakar. Başka birisine acı
verebileceğimin bilinci beni ahlaklı davranmaya
iter. “Ormanları yok edersem bu ülkenin gelecek
kuşaklarına acı vermiş olacağım” diyebilen
insanlar ağaç katliamı yapamaz. Kendisini bu
toprakların hikâyeleriyle emziren bir insan,
Üsküdar meydanındaki o güzelim çeşmeye en
vandal harflerle bir futbol takımının ismini
yazamaz. Ahlakın ötekinin yüzünde başladığına
inanan bir kişi, sırada bekleyen insanların önüne
geçemez.
Türkiye’den yakınmak yapılacakların en
kolayı. Oysa hepimiz bir kenarından bu günah
çemberine tutunmuş durumdayız. Koca bir ülke,
adeta herkes birbirinin suçunu bildiği için
kimsenin konuşmadığı bir suç şebekesi. Hepimiz
bir merhamet yorgunluğundan mustaribiz.
Toprağa ve insana merhamet etmeyi unutmuşuz.
Küçücük yavruların psikopatik şiddetin yeni
kurbanları olarak zuhur etmesi bu yüzden.
Toprağı her zamankinden fazla kirlenmesi, insan
ilişkilerindeki şüphe, ideolojik bezirgânlık bu
yüzden. “Etik epistemolojiden önce gelir”
demişti Emmanuel Levinas, “ötekinin tanınması
ve geçerli kılınması, sorgu sual edilmesinden
önce gelir.” “Gelin tanış olalım” demişti koca
Yunus. Muhabbet ve merhamet yoksa, ahlak
yoktur.
İnsana sadakat, toprağa sadakat, gerçeğe
sadakat. Ticari ve politik propagandanın her şeyi
kirlettiği bir çağda, sahih ve halis olana sadakat.
İnsanlığın kadim hikâyelerine sadakat.
Yitirdiğimiz ahlakı bulmak için, daha iyi bir
kılavuz var mı?