Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Kahire
Eşref ’in Kahire’de geçirdiği zaman İngiliz bürokrasisiyle temaslarını yoğunlaştırdı. Bu karşılaşmalar kendisinin İngilizlere ve İngiliz imparatorluğuna duyduğu takdiri baltaladı. Kötü yemek, saygısızca tavırlar ve tuvalet mahremiyetinin ihlal edilmesinin de dahil “skandal muameleler” bu konudaki düşüncelerini yeniden gözden geçirmesine yol açtı: “Kanunun en doğru ve en muntazam hükmünü icra ettiğini zannettiğimiz İngilizlerin içinde öyle kanuna bok atıcı, tekme vurucu adamlara tesadüf ettim ki, bunların kanunculuklarının, insaniyetlerinin pek sıska ve adeta gösterişten ibaret olduğuna kanaat getirdim. Öyle kirli, öyle müteaffin ve çekilmesi gayr-ı kabil irinli muamelelere hedef oldum ki Allah için İngilizlere karşı olan muhabbetim nefretlere tahavvül etti.” Eşref’in İngiliz askerî bürokrasisiyle sürtüşmeleri devam etti. Hayber’de esir düşmelerinden bu yana kendisi ve adamlarının gördükleri muameleden şikâyetini cüretkâr bir tavırla kayda geçirdi. Şimdi, imparatorluk sınırlarının dışında iyi bilinir hâle gelmiş olan 1915-16 Ermeni katliamları dönemindeki faaliyetleri hakkında sorgulanıyordu. Katliamlar sırasında nerede bulunduğu soruldu; Eşref, bunun kendisini sorgulayan şahsın değil, Osmanlıların iç işi olduğu yanıtını verdi. “Yalnız,” diye ekledi, “Size şunu vicdanen söylemek isterim ki, ben müsellâh kuvvetlere karşı birahmane mukabele edenlerdenim, vakta ki silah dumanını, barut kokusunu keser, bütün şefkat ve mürüvvetimle insaniyetin hadimi bulunurum.” Buna karşılık yetkili Eşref ’e sadece kendisine verilen emirleri mi yerine getirdiğini sordu. Eşref, muhatabına, konuyu yanlış anladığını söyledi. “Yalnız size şunu söylemek isterim ki,” diye ekledi ürpertici bir şekilde, “eğer hükûmetimiz Ermenileri katliam etmek emrini vermiş olsaydı, İstanbul’dan itibaren bütün Anadolu’da bir tek Ermeni bile kalmazdı.” Bunun ardından, ilerleyen yıllardaki polemiklerde tekrar tekrar masaya konacak bir başka argüman sundu: “Niçin Zeytun’da bir hadise oluyor, Urfa’da bazı Ermeni vuruluyor, Van’da Ermeni kanı dökülüyor da Konya, İzmir, Bursa ve sairede neden bir hadise zuhura gelmiyor? Nerede Ermeninin silahı patladıysa orada Türklüğün mukabelesi görüldü.” İfadesini alan İngiliz, onu ayrıca arkadaşı ve meslektaşı Mümtaz ve kardeşi Selim Sami hakkında da konuşturmaya çalıştı. Görünüşe göre İngiliz istihbaratı, hatalı bir şekilde, Mümtaz’ın Mısır’da yaşayan bir kız kardeşi olduğuna inanıyordu; fakat ikisinin de Enver Paşa’nın özel kuvvetler ağındaki kilit isimler olmasından ötürü, bu ikili hakkında soru sorarken doğru iz üstündelerdi. Tutsak Eşref daha fazla asabiyet belirtisi gösteriyor ve yaraları yüzünden zorlukla uyuyordu. Bir gece bir konser sesiyle uykusu bölündü. Özellikle gümbürdeyen davul kendisini çok rahatsız etmişti. Uyumaya çalışmayı bırakıp, “Artık hırs ile kalktım. Bütün kâinâta karşı kabadayıcasına bir küfür fırlattım.” Kendisi gibi savaş neticesinde ıstırap çekmiş ve hâlâ da çekmekte olan kişiler ile, gamsız bir şekilde savaştan rahatı bozulmamış olanların durumları arasındaki tezat usandırıcıydı. “O keratalar ise geride zevk ve safada, konserlerde kim bilir hangi dilber bir işvebazın karşısında, zevk ve safa diye bu insaniyete lânet! Bu medeniyete lânet! Ne akıl, ne fikir, ne mantık? Ben de şimdi saldıracak yer arıyordum fakat dört duvar içerisinde kendimi at canbazhanesinde hayvanat kafesleri içerisinde bulunan biçare hayvanat nahıkalara teşbih ediyordum.” Eşref ’in tutsak bir hayvan olduğu teması bilhassa duygusal bir noktaya temas ediyordu: “İsmi kadın lâkin kadınlık nezaketinden pek uzak bir tiyatro kızının biçare mahpusu aslan ve kaplanlara demir parmaklık içinde ve haricinde şaklattığı kırbaçlar gibi biz de birtakım acı şaklayan muamelâta duçar oluyor. Onlar orada zevkte bizler burada kalbi feryad ediyorduk.” İntikam, düşüncelerinden uzak değildi: “Acaba çöl ve sahralarda bu kırbaç atan kızlar bu zavallı hayvanlara bir rast gelse, kaba söyleyeceğim, baldırlarını ıslatır mı ıslatmaz mı?” Hücresinde ileri geri volta atıyor ve ıstırabını azaltmak için hiç de alışık olmadığı biçimde peş peşe sigara içiyordu. Sonunda ailesini düşünerek, içinde bulunduğu talihsiz durumu yavaş yavaş unuttu. İngiliz bürokrasisiyle yaşayacakları bitmemişti. Bunlardan bazılarını hakaretamiz buldu, bazılarını ise kendisinin hak ettiğini düşündüğü saygı ve “şövalyece muamelenin” sergilendiği nazik tutumlar olarak gördü. Malta’daki İngiliz esir kampına gönderileceğini öğrenmişti. Ancak daha sonra, açıklama yapılmamakla beraber naklinin gecikeceğini işitti. Bir keresinde sinir bozukluğu ve depresyondan mustarip olduğunu kabul etmiş; bir başkasında ise birden fazla defa intiharı düşündüğünü söylemiştir. Eşref diğer tutuklulardan ayrı olarak daha kötü muamele görüyor ve bu özel muamele gücüne gidiyordu. Bu sıkıntılı dönemde gerçekleşen çok sayıdaki görüşmelerinden biri özellikle dikkat çekiciydi. Eşref, yıllar sonra Wyndham Deedes’le, yani savaştan önce İzmir civarında eşkıyalık yaptıkları zaman kendisini ve Sami’yi takip eden İngiliz subayıyla yüz yüze gelecekti. Deedes şimdi Kahire’de, Eşref ’in gördüğü muameleye ilişkin şikâyetlerini araştırmak için gelen bir grup subayın arasında hücresine girmişti. Eşref başlangıçta onu tanımamıştı, fakat Deedes’in mükemmel Türkçesi,ve bir kurmay ve bir binbaşı olarak pozisyonu dikkatini çekmişti. Eşref, bir yanlış anlaşılmayı giderdikten sonra, Hicaz’daki Bedevilerin elinde bile İngilizlerinkinden daha şerefli bir muamele gördüğünden şikâyet etti. Neden diğer Osmanlı esirlerinden farklı bir muameleye uğradığını öğrenmek istedi. Eşref ’in hâlâ tanıyamadığı Deedes tebessüm edip, “A Eşref Bey, sen onlarla bir misin?” dedi. Eşref ne kastettiğini sordu ve Deedes bu soruya şöyle yanıt verdi: “Türkiye’de on Eşref Bey yok ya, bir tane olduğu için ona tabiî bizim de özel bir muamele yapmamız icap eder.” Eşref, bu tarz konuşmaları anlamadığını söyleyerek yeniden izahat istedi, lakin tanınmış olması izzet-i nefsini hiç de rahatsız etmemişti şüphesiz. Deedes buna Eşref ’in namını iyi bildiğini söyleyerek yanıt verdi. İrkilen Eşref, ne bildiğini sordu. Deedes, “İzmir vilâyetinde bahusus bizi az mı yordunuz? Hele biraderiniz Sami Bey’i de iyi tanırım. Sizin müesellah hükûmete karşı olan tuğyanlarınızı da pek iyi bilirim ve az çok sizinle muamele de yaptık.” Eşref sordukça Deedes, karşı karşıya çarpışmış olabileceklerini de ilave etti. Eşref hayretler içerisindeydi. Mazide bir İngiliz subayıyla nasıl müsademe etmiş olabileceğini merak etti. Savunmaya geçen Eşref, uzun zaman önce gerçekleşen hadiselerden bahsetmek istemediğini ve 1908’den beri kanun çerçevesinde hareket ettiğini belirterek ilave etti: “Ona lazım gelen hizmeti ve feda-yı canı kendime bir vazife bilirim.” Deedes buna, Osmanlı jandarmalarıyla birlikte vazife gördüğünü ve Kânûn-ı Esâsî’nin yeniden yürürlüğe girmesinin ardından da vukuatlar yaşandığını hatırladığını söyleyerek karşılık verdi., Eşref ’in Sarayköy bölgesinde hükûmetle çatıştığını ve Ödemiş’teki hadiselerden sorumlu olduğunu da bildiğini söyledi. Eşref, bunların Sami’nin icraatları olduğu ve aileler arasındaki kan davasından kaynaklandığı izahını yaptı. Sami, diye ilave etti, affedilmişti ve artık vatanına hizmet ediyordu. Eşref, Deedes’e saygı duymuş, hatta ondan hoşlandığını kabul etmişti. Deedes Kahire’de üç hafta daha kalabileceğini söyleyerek Eşref ’in içine su serpti. Eşref tabi tutulduğu muamelede bazı iyileştirmeler istedi; örneğin biraz temiz hava alabilmesi için kapısının açık tutulmasına izin verilmesini ve muhafızların kendisine saygılı davranmasını talep etti. Deedes bunların yerine getirileceği sözünü verdi ve Eşref ’in göndermek istediği bir mektup var ise bunun için de yardımcı olmaya gönüllü oldu. Eşref Deedes’e teşekkür etti ve İstanbul’daki Harbiye Nezâreti’ne, esir düştüğü hususunda bir telgraf çekilmesini istedi. Deedes bu telgrafı hâlâ tarafsız olan Amerikalılar aracılığıyla göndermeyi kabul etti. Birbirlerinden arkadaşça ayrıldılar, hatta Deedes, Eşref ’in hücresini daha konforlu hâle getirmeyi teklif etti. Eşref bu yeni ve nazik muameleden öylesine hoşnut olmuştu ki, günün birinde iyiliğinin karşılığını verebilmek ve İngiltere’ye bir armağan gönderebilmek için Deedes’in adresini istedi. Deedes’in adını gören Eşref sonunda onu tanımıştı. İngilizlere ilişkin görüşü böylelikle olumlu yönde değişmişti. Deedes’in vaatleri layığınca yerine getirildi ve Eşref, hâlâ bir tutsak olsa da, kendini daha iyi hissetti. Deedes’le karşılaşması hem gördüğü muamele hem de gönül rahatlığı açısından Eşref ’te büyük bir değişikliğe neden olmuştu. 14 Nisan 1917’de o ve bir başka tutsak, yani Kahire’den, uzaklaştırılıyor olduğuna inanmayı komik bir şekilde reddeden bir Mısırlı, süngüleri takılmış silahlı muhafızlar eşliğinde Kahire’deki tren istasyonuna getirilerek İskenderiye’ye giden trene bindirildiler. Ardından bir ambulans ile Mısır yolcu gemisi Abbasia’ya bindirilecekleri limana getirildiler. Güvertedeki Eşref, Alman denizaltılarının, yolcu gemisine refakat eden İngiliz destroyerlerinin oluşturduğu kordonu aşıp gemiyi bir torpidoyla vurmaları ihtimaline karşın yolculara can yelekleri giydirilmesini keyifle izledi. Kendisinden beklenileceği üzere, eğer gemi saldırıya uğrarsa bunun için yeterince zamanı olacağını söyleyerek, can yeleğini şişirmek bir yana, onu giymesi yönündeki talimatları bile yerine getirmedi.. U-botların teşkil ettiği tehdit yeterince gerçekti, fakat bir iki alarm ve yolculuğun son aşamasındaki bir bahri refakat ile gemi 18 Nisan tarihinde Malta’ya ulaştı.
39 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.