Osmanlı sonrası dönemde, milliyetçi kalıba uymayan birçok
yaşam, tarihçiler için hem bir meydan okuma hem de bir fırsat
teşkil etmektedir. Osmanlı ülkesinin merkezinde yaşayan çok
sayıda kişi muhtelif nedenlerden ötürü, kâh istemli kâh istemsiz
biçimde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadı. Bazıları siyasi,
dinî ve kültürel gelişmeler ışığında tepkilerini ülkeyi terk ederek
gösterdiler. Özellikle gayrimüslimler olmak üzere diğerleri ise
ya savaş döneminde izlenen siyaset sebebiyle azalmış ya da daha
ziyade dinî-millî çerçevede gerçekleşen nüfus mübadeleleriyle
topraklarını terk etmeye zorlanmışlardı. Müslüman Osmanlılar
arasında da daha spesifik siyasi nedenlerden dolayı ayrılanlar
vardı. Eşref de bu son kategorideki kişiler arasında bulunuyordu.
Fakat kendisinin imparatorluk sonrası hayatının bazı
yönleri, ulusların “karışmaması” temeli üzerine kurulmuş yeni
ulus devletlerin beklentilerinden sapanların o yaygın kaderlerine
benzemektedir. Daha kapsayıcı mahiyetteki Osmanlı aidiyet
hissiyatından, daha sıkı mahiyetteki bir Türk kimliğine geçmek
birçok Müslüman için rahatsız edici olmuştu. Bu yaşamlardan
birçoğu anlaşılır biçimde tarihsel kayıtlara geçmedi. Eşref ise başta
Ankara hükûmetini devirmek için yaptığı, nihayetinde başarısız
olan bir teşebbüs; ardından da kendi konumunu tesis etmek
girişimi suretiyle tarihsel rolünü muhafaza etmeye çalışmıştır.
Eşref ’in hikâyesi, Ankara’yla yollarının ayrılmasının ardından
takip edilmesi daha zor bir hâl alır. Hayatının bu dönemi, kısa
zaman öncesine kadar saflarında çarpıştığı Ankara hareketine
karşı bir direniş çabasıyla başlar. Ardından, önce Yunanistan’da,
sonra ise yaşlı bir adam olarak Türkiye’ye “dönene” kadar Mısır’da
kalacağı uzun bir sürgün safhasına girer. Bu dönem, hem eldeki
kaynaklarda bulunan boşluklar, hem de bunları tarihsel
“dönüş”le doldurmak yönündeki çabalar dolayısıyla karanlıkta
kalmıştır. Sonuç itibarıyla, kaçınılmaz olarak daha spekülatif
olan bu bölüm, kendisinin sürgününü ve tarihteki yerini değerlendirmeden
önce, Eşref ’in Ankara’yla olan bağını koparmasından
ve Yunan işgal bölgesine girmesinden hemen sonra
gerçekleşen bazı faaliyetlerine ışık tutmayı dener. Bu dönem
açısından kritik önem taşıyan Yunan arşivlerinin yetersizliği
göz önüne alındığında sonuç kaçınılmaz olarak boşlukludur.
Yine de, en azından ilk zamanlar için, Eşref ’in faaliyetlerinin
genel çerçevesi bellidir. Sürgün hayatına başladığından itibaren,
öncelikle Yunan anakarasında, ardından Girit’te ve son
olarak Mısır’da olmak üzere, hareketleri takip edilmesi daha
güç bir hâl alır. Eşref ’in uzun sürgün dönemine dair teferruatlı
bir anlatım, yaşantısının hem tarihsel olarak önem arz eden,
hem de belgelerle destekli kısımlarına odaklanan bir biyografi
olarak tasarlanmış bu kitabın kapsamının ötesindedir. Fikrimce,
hayatının 1920’den 1964’teki ölümüne kadar olan dönemi
önemsiz değildir. Eşref siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik
nedenlerden ötürü evlerini terk etmek durumunda kalmış, farklı
geçmişlere sahip –büyük ölçüde etüt edilmemiş ve geniş kapsamlı
–- post-Osmanlı diasporasının bir parçasıydı. Ayrıca Eşref ’in bu
dönemdeki hikâyesi dokunaklılık ve heyecandan da uzak değildir.
Büyük kızı Cuyap 1922’de, tam da Eşref ’in son derece uzun bir
zaman boyunca ailesinden ayrı kalacağı dönemin başlangıcında
doğmuştu. Ahfadına göre Eşref, karısıyla görüşmek ve uyurlarken
çocuklarını görebilmek için bazen geceleri gizlice Türkiye
Cumhuriyeti topraklarına giriyordu. Babalarının geldiğini aile
dışındakilere karşı ağızlarından kaçırmasınlar diye çocuklarını
uyanıklarken görmekten kaçınıyordu. Hikâyesinin bu dönemindeki
gedikler, daha aktif geçen yıllarındakilerden bile daha
geniştir. Ayrıca, bazıları sağır edici mahiyette pek çok sükût söz
konusudur. Eşref sürgündeki dönemlerini, özellikle de Ankara
hareketine karşı silaha davrandığı erken dönemleri tartışmaya
hevesli değil gibidir. Bölüm, hem yaşamış bir fenomen olarak,
hem de geçmişe bakıldığında algılandığı hâliyle Eşref ’in tarihle
olan ilişkisine dair bir müzakereyle sona ermektedir.
Önceki bölümde gördüğümüz üzere, Eşref ve Ankara arasında
gittikçe sıkıntılı bir hâl alan ilişki nihayet 1920 senesinin sonlarında
kopmuştu. Ethem’in 1921 Ocak’ının başlarında Yunan
kuvvetleriyle bir protokol imzalamasının ardından, Eşref de
onun izinden gidip cephenin karşı tarafına geçerek, o vakit Yunan
işgal bölgesi olan topraklara girdi. Yunanların Anadolu’daki
ilerleyişleri, bu noktada hem Pervin’in aile mülkünün bulunduğu
Söke’yi, hem de Eşref ’in arsasının bulunduğu Salihli’yi içine
alacak şekilde genişlemişti. Dolayısıyla, Eşref ’in çok geçmeden
bu iki yerde de görülmüş olması muhtemelen doğaldır. Daha
geniş kapsamda değerlendirilecek olursa, bu iki coğrafi üssün
statülerinin değişmesi, kendisinin Ankara’yla olan sorunlarıyla ve
Ethem’in taraf değiştirmesiyle birleşince, Eşref ’in batıya doğru
istikamet değiştirmesinde etkili olmuştur. Lakin taraf değiştirmek
oldukça riskli bir hamleydi. Eşref ve Pervin belki bunu eve
dönüş olarak görmüş olabilirler, fakat Ankara’nın konuya bakışı
oldukça farklı olacaktı.
Ankara’nın Yunan tarafındaki muhbirleri, Şubat ayında
Eşref ’in İzmir’e vardığını rapor ettiler. Eşref, Manyas’tan bazı
akrabalarıyla birlikte gece vakti Yunan işgali altındaki toprakları
geçmiş ve İzmir’e gelmişti. Görünüşe bakılırsa, Ethem’in isyan ettiği
günlerden bu yana Eşref mülklerini dikenli teller ve makineli
tüfeklerle gizlice tahkim etmekteydi. Ayrıca kendisine Ethem’in
adamları arasından muharip bir kuvvet topluyordu. Dikkat
çekici bir şekilde, aynı rapor Eşref ’in ayrıca İzmir’deki Hıristiyan
yetkililerle görüşmeler yapmakta olduğunu belirtmektedir. Bir
hafta sonra gönderilen bir başka rapor ise Eşref ’in faaliyetlerinin
genel çerçevesini teyit etmiş, fakat birkaç başka ilginç detay ilave
etmiştir. Oldukça yanlı bir dil kullanan Refet Bele, “asi” Ethem
ve kardeşi Reşid’in Yunanlara “teslim olduklarını” anlatmış
ve ellerine geçen belgelerin Eşref ’in de 1920 Eylül’ünden beri
Ethem’le beraber “ihanet” içerisinde olduğunu gösterdiğini iddia
etmişti. Ayrıca üç adamın Yunan işgal bölgesine “kaçtıklarını”
ve Eşref ’in İzmir Metropoliti Hrisostomos’la ve yazılarının kimi
bölümlerinde ilginç bir şekilde ortaya çıkan birisiyle (iddialara
göre kimliği belirsiz bir İngiliz’le) yaptığı müzakereleri müteakip,
gizlice aynı yönde hareket etmeye davet edildiğini iddia etmiştir.
(İşgal altındaki İzmir’in Yüksek Komiseri Stergiadis’in baş
muhalifi olan Hrisostomos, özellikle de destekçisi Venizelos’un
1920 seçimlerindeki yenilgisinin ardından Stergiadis karşısındaki
konumunu güçlendirmek için anti-Kemalist kuvvetler arasında
bir uzlaşma sağlamayı deniyor olabilirdi. Fakat bu konu hakkında
Yunan kaynaklarına müracaat etmeksizin başka bir şey söylemek
güçtür. Hrisostomos, İzmir’in Ankara kuvvetleri tarafından ele
geçirilmesinin ardından ürkütücü bir şekilde öldürülmüştür.)
Son olarak, rapor Eşref ’in kısa zaman önce Söke’ye vardığını
iddia ediyordu.
Sonrasında Eşref, Söke ve Salihli arasında mekik dokumuş
gibi görünmektedir. Haziran ayında Salihli’deki arazisinde görüldü
ve akabinde İzmir’e on sekiz adam getirdiği söylendi.
Eşref ’in küçük kardeşleri Ahmed ve Mekki Temmuz ayında
Ethem’in kuvvetleri arasında bulunan bazı diğer Çerkeslerle
birlikte tutuklanarak Ethem “isyanı” için propaganda yapmakla
suçlandılar. Bir süre Konya’da tutulmalarının ardından, Mustafa
Kemal de dâhil olmak üzere, Ankara kabinesinin imzaladığı bir
kararnameyle kefaletsiz olarak serbest bırakıldılar.
Eşref, Ethem ve Reşid, en azından Yunan askeriyesinin örtülü
onayıyla, Ankara’ya karşı mücadeleyi sürdürmek için çok
geçmeden yeniden birlikte çalışmaya başladı. Bu yeni faaliyet
döneminin ilk günlerinde Enver’in Anadolu’ya geri dönmesi hâlâ
ihtimal dâhilindeydi. 1921 baharında “millî” hareket içerisinde
kayda değer bir rahatsızlık vuku bulmuştu. Bu, kısmen Londra’daki
barış görüşmelerinde verilebilecek tavizlerin korkusundan
ileri geliyordu. Ayrıca Ankara’nın kendisine bağlılığından
şüphe duyduğu doğudaki bazı önde gelen subayları görevden
alması da bu rahatsızlığın sebeplerinden biri oldu. Enver’e bağlı
olduklarından şüphelenilen subaylar Doğu Karadeniz kıyısındaki
şehirlerde toplanmışlardı. Enver’in amcası Halil Paşa Şubat ayında
Trabzon’a gelmiş, fakat kendisine ülkede kalamayacağı söylenmişti.
Bu sırada Yunan taarruzu hız kazanmış, Yunan ordusu
Temmuz ayında Eskişehir ve Kütahya’yı alarak Ankara’da kaygı
uyandırmıştı. Haziran ayında içlerinde Halil Paşa ve “Küçük”
Talat Paşa’nın (Muşkara) da bulunduğu Enver destekçilerinin
Mustafa Kemal liderliğine karşı bir darbeye teşebbüs ettiklerine
ilişkin söylentiler çıktı. Temmuz’da, Yunan ordusu ilerlemeyi
sürdürürken, pek çok kişi Enver’in geri dönmesini istiyordu.
Mustafa Kemal bu duruma Meclis üzerindeki kontrolünü sıkılaştırarak
yanıt verdi. Bu gelişmeler, Meclis’te, Mustafa Kemal’in
diktatoryal güçler almakta olduğundan endişelenen İkinci Grup
isimli bir muhalefet grubunun oluşmasına sebebiyet verecekti.
Muhalefet grubundakilerin bir kısmı Karadeniz bölgesindendi.
Enver, bir İslam devleti kurma planları için destek almak adına
Berlin’den Moskova’ya gitmişti. Gündemindeki anti-emperyalist
unsurun Moskova’nın desteğini sağlamak için yeterli olacağını
umuyordu. Fakat ayrıca bir gözü de Anadolu’daydı. Temmuz
ayının sonlarında, Anadolu’ya dönmek niyetiyle, Türk sınırındaki
Batum’a gitmek üzere Moskova’dan ayrıldı. 1918 Nisan’ında ele
geçirdiği şehre geri dönen Enver, amcası Halil Paşa, “Küçük
Talat” ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin éminence grise’i [akıl
hocası]olan Dr. Nâzım’la bir araya geldi. Eşref ’in kardeşi Selim
Sami’nin de çok geçmeden onlara katılacak olması hikâyemiz
açısından önem arz eder. Sami, Hindistan ve Uzakdoğu’daki maceralarının
akabinde savaşın ardından Berlin’e gelmiş ve Enver’le
birlikte Moskova’ya geçmişti. Batum’da bulundukları zaman
zarfında Enver ve takipçileri Trabzon’daki müttefikleriyle sürekli
irtibat hâlindelerdi. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli kısımlarındaki
saltanatçılardan ziyaretçiler kabul etmişlerdi. Eylül ayının başlarında
ülkeye girmek ve Yunanlarla çarpışmak üzere cepheye
gitmek yönünde planlar istişare ettiler. Bu, Ankara nazarında,
mevcut askerî noksanlıklarına ilişkin acı bir uyarı teşkil ediyordu.
Ayrıca eski İttihat ve Terakki Cemiyeti adına bir konferans
düzenlediler. Enverci bir uyanış teşebbüsü açıkça hesaptaydı.
Üzerindeki baskı zirvede ve Kemalist kuvvetler teyakkuzdayken,
kaygılanmak için Ankara’ya bir neden daha çıktı. Ankara’nın
ajanları, Eylül ayının başlarında Selim Sami ve “Küçük Talat”ı
Trabzon’un batısındaki Giresun limanında görmüşlerdi. İtalyan
pasaportlarıyla deniz yolunu kullanarak İstanbul’dan gelmişlerdi
ve iş adamları olduklarını iddia ediyorlardı. Güzergâhlarının
Enver’in kalmakta olduğu Batum olduğu söylense de nihayetinde
Orta Asya’ya doğru yola koyuldular. Haberler, “Mühim ve son
derece acil” kodlu bir telgrafla hızla Ankara’ya iletildi. Üç gün
sonra Trabzon’dan Ankara’ya bir istihbarat raporu ulaştı. Gemi
önce Trabzon’a uğramış, ardından yolcular Batum’a varmıştı.
Söylendiğine göre gemideyken önemli planlar yapıyorlardı ve
Halil Paşa’yla irtibata geçmeye kararlıydılar. Gemi Trabzon limanına
girdiğinde, milis lideri Yahya Kâhya’yla iki saatlik bir
görüşme yaptılar. Trabzonlu Yahya son derece inatçı ve etkili bir
kişilik olarak nitelendiriliyordu. Yahya Kâhya öncesinde Enver’in
amcası Halil’le bir araya gelmiş, bu görüşme Halil’in Şubat
ayının sonlarından itibaren üç ay boyunca Trabzon’da kaldığı
süre zarfında gerçekleşmişti. Rapora göre grubun Trabzon’u
faaliyetlerinin merkezi hâline getirmeyi planladığı açıktı.
Fakat yanlış zamanlama ile Ankara’nın hazırlıkları bir araya
gelmesi, Envercilerin pozisyonlarından yararlanmalarına engel
oldu. Pek çok önde gelen askerî kişiliğin hâlen Enver’e sadakat
duymaya devam ettiğinin son derece farkında olan Ankara, onun
hamlesini cevaplamak üzere karşı hamle yaptı. Enver ve adamlarının
sınırdan girmelerine müsaade edilmedi. Mustafa Kemal ayrıca askerî cephede şanslarının yaver gitmesinden de istifade
etti. Zorlu Sakarya Meydan Muharebesi 23 Ağustos’ta başlayıp
13 Eylül’de sona ermiş, çarpışmalar nihayet Ankara’nın lehine
döndüğünde Mustafa Kemal rahat bir nefes almıştı.
İlginçtir ki Eşref bu dönemde, Osmanlı Çerkeslerinin imza
attığı büyük siyasi gelişmede bir rol oynamamış gibi görünmektedir.
Kuzey Kafkasya’yla tarihî bağları olan toplulukların önde
gelen liderleri 24 Kasım 1921’de, o vakit Yunan işgali altında
olan İzmir’de bir araya geldi. Kendilerini, “Şark-ı Karib Çerkesleri
Temin-i Hukuk Cemiyeti” (Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını
Sağlama Derneği) olarak adlandıran grup, Büyük Devletler’i
kendi haklarını ve Yunan yönetimi altındaki otonomi isteklerini
tanımaya çağıran bir bildiri yayınladı. Eşref ’in Adapazarı’ndaki
destekçisi olan Maan Şirin de Ethem ve Reşid gibi bu bildiride yer
aldı. Fakat bildiride Eşref ’in adı bulunmamaktadır. Eşref ’in
bu bildiride neden yer almadığını bilmek belki de imkânsızdır:
Efe, kendisinin bildiriye katılmamasının Çerkes toplumsal sınıf
sistemiyle alakalı olup olmadığını irdelese de Eşref genel olarak
politik söylemlere angaje olan biri değildi. Kendisi doğrudan
eylemi ve fait accompli’yi [oldu bitti’leri] siyasi görüşmelere ve
platformlara tercih ediyordu. Belki de, daha sonradan yazdığı
gibi, kendini etnik bir ayrılıkçı değil, bir Osmanlı olarak hissetmiştir.
Fedaî zabitan dostlarının diğerleri gibi, Eşref de hayatını
devleti bir arada tutmaya adamıştı. Kendisinin daha sonra
belirttiği şekliyle: “Ben ne Dağıstan rüyaları gören bir Çerkes,
ne Arap ne de Rumdum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir
Osmanlıydım!”
Eşref Çerkes konferansına bulaşmazken, Enver ve Selim Sami
de Kızıl Ordu’yla savaşan Basmacı hareketinin son safhalarında
yer alacakları Orta Asya’ya doğru ilerliyorlardı. Enver 1922 yazında,
günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde kalan topraklarda
gerçekleşen bir süvari hücumunda hayatını kaybetti. Bunun
üzerine Sami, hareket topyekûn dağılmadan evvel bir süreliğine
liderliği devraldı ve akabinde Afganistan’a kaçtı. Bu nedenle Tacik
tarihinde kendisinden “Selim Paşa” olarak bahsedilir. Sami,
Mustafa Kemal ve Ankara hükûmetine karşı nihayetinde kendisi
için ölümcül olacak bir rol oynamak için yakında Anadolu’ya
geri dönecekti.
1922 Şubat’ında, Eşref ve Pervin’in Cuyap isimli ilk kız çocukları
doğdu. Eşref bu dönemde Ankara’ya karşı mücadelede Ethem ve Reşid’le birlikte çalışmaya devam etmiş gibi görünmektedir.
Nisan 1922’de, bazı Osmanlı Müslümanlarının Ankara’ya karşı bir araya geldikleri Trakya’da Eşref ’in bu grup adına örgütçülük
yaptığı rapor edildi. Ethem de memleketi Bandırma ile İzmir’de
aynı faaliyetlerde bulunuyordu. Ankara’nın istihbarat kaynakları,
bu sırada Yunan hükûmetinin, Ankara’yla bağlarını kesmeleri
durumunda muhalefeti birleştirmek planlarıyla meşgul olduğunu
düşünüyordu. Eşref, Temmuz ayının sonlarına doğru, Reşid’le
birlikte bir Yunan gemisiyle İstanbul’a vardı. Polisin gözlerini
sürekli üzerlerinde tuttuğu Kadıköy’de kalıyorlardı.
Batı Anadolu’daki genel durum çarpıcı bir şekilde değişmenin
eşiğindeydi. Türkiye’de Türk Kurtuluş Savaşı veya İstiklal
Harbi olarak bilinen Türk-Yunan Savaşı son safhasına girmek
üzereydi. Ankara kuvvetleri, baharın çoğunu müdafaa durumunda
geçirdikten sonra artık bir araya toplanmıştı. Ankara’nın
Ağustos ayı sonlarında başlattığı “Büyük Taarruz” ile Yunan
ordusu çok geçmeden geri çekilmeye başlayacaktı. Yunan güçleri
Dumlupınar’da kesin bir bozguna uğradı. Bu muharebe Yunan
kuvvetlerinin yaklaşık yarısının esir alınması veya öldürülmesiyle
sonuçlandı; generalleri de esir düştü. Bu, savaşın son büyük
muharebesi olacak, Ankara ordusu kısa sürede Akdeniz’e doğru
ilerleyecekti. İzmir ele geçirildi ve akabinde alevler içinde kaldı.
Yunan ordusu Eylül ayının ortalarında Anadolu’dan kovulmuştu.
İzmir’in Ankara kuvvetlerince ele geçirilmesi Batı Anadolu’daki
çarpışmaları sonlandırmadı. Anadolu’daki savaşın seyrini
gören Eşref, Ethem ve Reşid, İzmir’in kuzeyinde, Anadolu
kıyılarına yakın ve 1912’e kadar Osmanlıların elinde bulunan
büyük Yunan adası Midilli’yi faaliyetlerinin merkezi hâline getirdiler.
Ada, başta Çerkesler olmak üzere Yunanların çöküşü
sırasında anakaradan kaçanlar için bir mülteci kampı vazifesi
gördü. Ethem, Reşid ve Eşref, muhtemelen bir işgal veya darbe
maksadıyla, çoğunlukla Çerkeslerden oluşan bir gerilla kuvveti
eğitmekle meşgul oldular. Anadolu İhtilal Komitesi denilen
bu grup, Kemalist liderliği tasfiye etmek amacıyla Midilli ve
Batı Trakya’da kuvvet eğitiyordu. Ankara tarafından ihtiyatla
izlenen –ve kimi zaman havadan bombalanan– bu grup Anadolu
anakarasına baskınlar düzenlediyse de Mustafa Kemal’in
artan otoritesine karşı geldiğini düşündükleri kişileri dikkatle
gözleyen Kemalist yönetime hiçbir zaman ciddi bir tehdit teşkil
etmedi. Ankara zaman içerisinde sıkı yönetim yasaları, tasfiyeler
ve yasaklama kararlarından oluşan bir kombinasyon kullanacak
ve Türk tarihinde örtmeceli bir şekilde “tek parti dönemi” olarak
bilinen merkezî kontrol dönemini kurmak üzere şüphelendiklerini
amansızca sürgüne gönderecekti. Beş yıllık planlarda, önemli
endüstri kollarındaki devlet kontrolünde ve hatta kamu sanatı
ve sloganlarda görüldüğü üzere Sovyet etkisi güçlüydü. Görüş
ayrılığında olanlarla genellikle sertçe ilgileniliyordu.
Eşref ve Ethem 1923 Haziran’ında Almanya’ya gitti. Bu seyahat
görünürde Ethem’in ameliyat olması içindi, fakat başka gayeler
taşıdıklarından da şüphe ediliyordu. Alman güvenlik yetkilileri
ikilinin seyahati “ağlarını örmek için” kullandığını düşünmüş ve
yolculuklarının Antant devletleri tarafından finanse edildiğinden
şüphelenmişti. Alman yetkililer Eşref ve Ethem’in Almanya’dan
ayrılmalarını arzu ediyorlardı. Eşref ’in Ağustos ayında İtalya
üzerinden Yunanistan’a geçtiği bilinmektedir. Ethem ise Leipzig’e
gitmişti. Efe, seyahatin Lozan müzakerelerinde yer alan İsmet
İnönü ve diğer Ankara temsilcilerine suikast düzenlemek için
yapıldığından şüphe eder. Fakat bu hususta kayda değer kanıt
mevcut değildir. Gerçekte neler olduğu karanlıkta kalmaktadır.
Eşref, Ethem ve Reşid tarafından kurulan Anadolu İhtilal
Komitesi, doğal olarak Ankara’nın gözlediği gruplar listesinin üst
sıralarındaydı. Cumhuriyet döneminin muhtemelen ilk yasa dışı
siyasi örgütü olan bu grup, Mustafa Kemal’i devirmeyi arzuluyor
gibi görünmekteydi. Grup, Anadolu’daki büyük insan kitlelerinin
milliyetçi lidere karşı olduğu varsayımından yola çıkıyordu.
Detaylar yetersizdir, fakat grubun Türkiye Cumhuriyeti’nin 29
Ekim 1923’teki kuruluşundan önce faaliyette olduğu açıktır ve
muhtemelen Yunan askeriyesinden destek almıştır. İngilizler,
başarılı olmasını mümkün görmeseler ve ateşkesi ihlal ettiğini
bilseler de yine de harekete rıza göstermişlerdir. Hareketin
komutanı Eşref ’ti. Hareket, Anadolu’daki subay ve askerlere
daha ziyade muğlak ifadelerle çağrıda bulundu. Milletin meşru
haklarının yeniden tesis edilmesi adına Allah’ın muzaffer davası
için çarpıştıklarını ilan ederek, hitap ettikleri kişilere, “alçakların”
elinden gördükleri (büyük olasılıkla Ankara’daki) adaletsizliklerden,
yoksunluklardan ve aşağılayıcı tutumdan bahsettiler.
Şehitlerin dul kalan hanımlarına ve yetim kalan çocuklarına atıfta
bulunarak, hitap ettikleri kitleyi mücadeleyi devam ettirmeye
çağırıyorlardı. Çağrıda bulundukları, dış düşmana, yani büyük
olasılıkla İngilizlere, Fransızlara ve İtalyanlara karşı savaşmaya
devam ederken, Anadolu İhtilal Komitesi de (tanımlanmamış
olan) “iç düşmana” karşı çarpışacaktı. Buna karşılık Ankara da
Yunan ordusunun “oyuncağı” olarak adlandırdığı Komite’yi
hedef alan propaganda broşürleri dağıttı. Broşürlerde Ethem,
Eşref ve “Hacı” Sami söz konusu yapının önde gelen ajanları
olarak tanımlanıyor ve “vatanseverlere” onları öldürme çağrısı
yapılıyordu.
Pratik konuşmak gerekirse örgüt, Türk anakarasına sızdırmak
maksadını güttüğü adamlarını Midilli’de eğitiyordu. İngiliz kaynaklarına
göre örgütün saflarında Çerkeslerin yanı sıra Ermeniler
ve Rumlar gibi diğer topluluklar da dâhil olmak üzere 1.400
kadar kişi bulunuyordu. Anadolu’ya akınları 1923 Nisan’ında
başlamış gibi görünen örgütün 1.700 kadar adamı olduğu
söylenmiştir. İçlerinde hem Çerkeslerin hem de Yunanların
bulunduğu 32 kişilik bir kuvvetin Söke ve Kuşadası arasında
kıyıya çıkmasıyla, 23 Ağustos 1923’te daha küçük bir akının
gerçekleştiği rapor edilmiştir. Bu grupları imha etmeye kararlı
olan Ankara hükûmeti, söz konusu akınların ardında Atina’nın
parmağını görmüştü. Bu, örgütün Yunan hükûmetinin koruması
altında faaliyet gösterdiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, artık
Ankara’nın Dışişleri Bakanı olan İsmet Paşa, vaziyeti “zor kullanarak”
Yunan hükûmetinin dikkatine sunabilmeleri için meseleyi
İstanbul’daki İtilaf Güçleri’ne yazdı. Fakat Ankara, bu hareketin
ardındaki kuvvetin Ethem ve Eşref olduğunu fark etmişti
ve teyakkuzda kalmaları için kadrolarını uyardı. Gingeras’ın
da dikkat çektiği üzere, Eşref ’in hatıralarının yayınlanmış olan
tek cildinde okuyucuya sunulan biyografide bu dönemden söz
edilmemektedir. Aynı şekilde, söz konusu dönem, Eşref ’in kaleme
aldığı diğer dağınık hatıratlarda da mevcut değildir. Eşref
belki de Gingeras’ın bahsettiği şekliyle “bu kısa, fakat umutsuz
harekâtı” geçiştirmeyi ummuştu.
Müteakip yıllarda Anadolu İhtilal Komitesi’nin adı pek az
duyulacaktı. Fakat Eşref ’in kardeşleri Sami ve Ahmed 1927
senesinde, aynı bölgede gerçekleşen bir başka baskında görev
aldılar. Daha büyük bir grubun bir parçası olarak, Kuşadası
yakınlarında kıyıya çıkıp Türkiye Cumhuriyeti kuvvetleriyle
çarpışmaya girdiler. Karşılaşmada iki taraf da kayıplar verdi.
Hikâyenin Ankara tarafından anlatılan versiyonlarına göre,
kardeşler çarpışma sırasında öldürülmüşlerdi. Aileye göre ise,
yakalanacaklarını anladıkları vakit, Sami canlı ele geçirilmemeye
karar vermişti. Önce küçük kardeşini vurmuş ve ardından
silahını kendine doğrultmuştu. Ailenin söylediğine göre, bir
görgü tanığı daha sonra kendileriyle temasa geçmiş ve gerçeği
bilmelerini istemişti. Eşref ’in hikâyesinin kahir ekseriyetinde
olduğu gibi, bu hadisede de bir tartışma ve gizem unsuru, belki
de kaçınılmaz olarak baki kalmıştır.