Gönderi

33) Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus
*****Eğer zamanda yolculuk yapıp 1945 yılına, Paris’teki Les Deux Magots “İki Bilge Adam” adlı kafeye gidebilseydiniz, kendinizi ufak tefek, şaşı bir adamın yanında otururken bulurdunuz. Pipo içen ve not defterine bir şeyler karalayan bir adam. Bu adam en ünlü varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’dır. (1905-80). O aynı zamanda roman, oyun ve biyografi yazarıdır. Hayatının çoğunu otellerde geçirmiş ve kaleme aldıklarının çoğunu kafelerde yazmıştır. Sartre, savaş sırasında yayımlanan Varlık ve Hiçlik (1943) adında uzun ve kavraması zor bir kitap yazmıştı. Kitabın ana teması özgürlüktü. İnsan özgürdür. İşgal altındaki Fransa’da, birçok Fransızın ülkelerinden kendini esir hissettiği dönemde oldukça tuhaf bir mesaj veriyordu. Sartre bununla insanın, örneğin bir çakının aksine, belirli bir şey yapmak üzere tasarlanmış olmadığını kastediyordu. Bizi tasarlamış olabilecek bir tanrının varlığına inanmıyordu; dolayısıyla Tanrı’nın bizim için bir amacı olduğu fikrini reddetti. Çakı, kesmek için tasarlanmıştır.. Peki ama insan ne yapmak için tasarlanmıştır? İnsanın bir özü yoktur. Sartre’a göre burada olmamızın herhangi bir nedeni yoktur. İnsan olmak için belirli bir yolda olmamız gerekmez.Bir insan ne yapmak ve ne olmak istediğini seçebilir. Hepimiz özgürüz. Her gün yaptıklarımızdan ve yaptığımız şeyler sonucunda hissettiklerimizden tamamen sorumluyuzdur. Sahip olduğumuz duygulara kadar. Eğer şu anda üzgünseniz, Sartre’ye göre bu sizin seçiminizdir.Üzgünseniz bundan siz sorumlusunuzdur.Bu korkutucudur ve bazıları bununla yüzleşmekten kaçınır; çünkü çok acı vericidir. Sartre’ın felsefesine “Varoluşçuluk” adı verildi. Bu ad, her şeyden önce dünyada kendimizi var olurken bulmamız ve ardından yaşamımızla ilgili ne yapacağımıza karar vermek zorunda olmamız düşüncesinden gelmektedir. Öbür türlü de olabilirdi; Belirli bir amaç için tasarlanmış bir çakı gibi olabilirdik. Ancak Sartre, öyle olmadığımıza inanır. Onun ifadesiyle, varoluşumuz özümüzden önce gelir, oysa tasarlanmış nesnelerde özleri, varoluşlarından önce gelir. İkinci Cins kitabında Simone de Beauvoir, kadınların kadın olarak doğmadığını, kadın haline geldiklerini ileri sürerek bu varoluşçuluğa farklı bir yön verdi. Bununla, kadınların bir kadının ne olduğuna ilişkin erkek bakış açısını kabul etmeye eğilimli olduğunu söylemek istiyordu.Erkeğin sizden olmanızı beklediği şeyi olmak, bir seçimdir. Ama kadınlar özgürdür, ne olmak istediklerine kendi kendilerine karar verebilirler. Varoluşçuluğun bir başka önemli konusuysa, varoluşumuzun saçmalığıdır. Hayatın, biz ona seçimlerimizle anlam atfedene kadar hiçbir anlamı yoktur, çok geçmeden ölüm kapıya dayanır ve hayata verebileceğimiz tüm anlam ortadan kalkar. Varoluşçulukla bağlantılı, roman yazarı ve filozof Albert Camus (1913-60), insanın saçmalığını açıklamak için Yunan miti olan Sisifos’u kullanmıştır. Sisifos Tanrıları kandırdığı için, devasa bir kayayı bir dağın tepesine yuvarlamakla cezalandırılır. Sisifos tepeye her ulaştığında kaya aşağıya doğru yuvarlanır ve bir kez daha en baştan başlamak zorunda kalır. Sisifos, bunu, sonsuza kadar tekrar tekrar yapmak zorundadır. İnsan hayatı da Sisifos’un görevi gibi tamamen anlamsızdır. Hiç bir hedefi yoktur. Her şeyi açıklayacak cevaplar yoktur. Saçmadır.Fakat Camus umutsuzluğa düşmemiz gerektiğini düşünmez. İntihar etmeye gerek yoktur. Bunun yerine Sisifos’un mutlu olduğunu kabul etmek zorundayız. Sisifos neden mutludur? Çünkü amaçsız bir şekilde kayayı tepeye yuvarlama çabası da, yaşamı yaşanmaya değer kılan bir şeydir. Ne olursa olsun ölüme tercih edilebilir bir durumdur.
Sayfa 286Kitabı okudu
·
32 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.