Günümüz dünya medeniyeti Hindistan, Çin, Mezopotamya, Mısır gibi merkezlerde yeşermiş, insanlığın beş bin yıllık bilim, fen bilgileri, birikimi, sırrı Mısır kütüphanelerinde toplanmıştı. O kadar ki, M.Ö. 484’de doğan Herodot yazdığı Tarih kitabında. “Mısırlı hekimlerin çare bulamadığı bir hastalık yoktur” diyor.
M-Ö 30 yılında, Julius Sezar Mısır’ı ele geçirince, Mısır’ın kütüphaneleri, bilim, ilim insanları, bilgi birikimiyle birlikte firavunların yönetim şekli, din anlayışı ve tanrıları da Roma’ya geçti.
Seçimle gelen Roma İmparatorları artık senatonun denetiminde değil ölene kadar iktidarda kalan diktatörlerdi. Sezar ve rahiplerin gönlünü edebilen diğer Roma İmparatorlarına artık rahipler tanrılık payesi de veriyordu.
Zira dünyanın en verimli topraklarına sahip Mısır’ın bu zenginliği, sayıları iki bini geçmeyen rahipler ve Firavun ailesi arasında bölüşülüyor, halk bu zenginlikten, Firavunlara karşı yaptıkları kulluk derecesine göre pay alabiliyordu. Ve bu topraklarda dört bin yıldır firavunlar hem yönetici, hem de “tanrı”yıdı.
Roma İmparatorluğu topraklarında Zeus ve Olympos’un 12 tanrısı adına tapınaklar yapılır, adaklar adanırken, artık Sezar, Augustus, adına da tapınaklar yapılıyor, adaklar adanıyordu. Anadolu’da sayısı 16’yı bulan hac ve tapınma merkezleri işte o günlerin eseri. Günümüzde Kâbe’de yapılan ayinlerin birebir aynısı, bu tapınaklarda da yapılıyordu. “Kabe”nin adı Anadolu’nun en eski tanrısı “Kibele”den geldiği gibi Hacerü’l-esved’de yine Anadolu’dan bir tapınaktan götürülmüş siyah bir meteor taşıydı. Çünkü dünyanın en çok ziyaretçisi olan ve dolayısıyla da en kârlı tapınakları Anadolu’daydı.
Fakat Romalılar demokrasiden diktatörlüğe geçişi hazmedemediler ve Roma “Doğu” ve “Batı” diye ikiye bölündü.
Bilimin, fen’in, sanatın, ticaretin merkezi Mısır’dan Roma’ya kaydığı gibi, bu defa da hukuksuzluk ve iç çatışmalarla boğuşan Roma’dan da Doğu Roma’ya, yani İstanbul’a kayacaktı.
Ta ki 1203-1261Latin-Haçlı istilasına kadar, 900 yıl İstanbul bilim, sanat ve ticaretin, dolayısıyla da dünyanın merkezi, kalbiydi. Latin İstila, yağma ve talanından sonra Fatih’in istila-fetih’i, ve şehrin yağmalanmasıyla, bu defa İstanbul’dan başta Roma olmak üzere, bilim, sanat, ticaret erbabı ve kütüphaneler boşaldı tekrar batıya kaydı.
Bizde ise 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun fethi ile Firavunlardan Roma İmparatorlarına geçen “tanrı imparator” vehmi artık Osmanlı padişahlarına geçmişti. Kendisine “Doğu Roma İmparatoru” denilmesini isteyen Fatih Sultan Mehmet Osmanlı’da ilk kez vezir, evlat ve kardeş katilini başlatacak, başlatmakla da kalmayıp ulemadan bu konuda fetva alacak, bunu kanun haline dönüştürecekti.
Kanuni’de iki evlat ve bir kısmı kundakta 5 torunun katli için ulemadan fetva alarak onları katlettirmiş, ilk kez Enderun’dan yetişmedikleri halde çocukluk arkadaşı Pargalı İbrahim Paşa ile damadı Rüstem Paşa’yı vezir yapmış, o güne kadar, şehzade anası olsalar dahi cariyelere nikâh kıyılmazken, cariye Hürrem Sutan’a nikâh kıyarak devletin bütün gelenek, görenek ve kurallarının çiğnenebileceği konusunda kötü bir örnek olmuştur.
Yine Kanuni döneminde Medreselerden hendese/geometriyi kaldırtmıştı. Öyle ya ne gerek vardı, ilime fenne. Nasıl olsa her şey Kur’an’da yazmıyor muydu?.. “Büyük âlim” İmam Gazali “akılınız sizi yanıltır, siz akla değil nakle/vahiy’e bakın” dememiş miydi?
1566’da dünyaya gelen III. Sultan Mehmed Han Osmanlı İmparatorluğunun 13. padişahı ve İslam camiasının 92. Halifesidir. 1595 yılında tahta çıkan III. Mehmed tahta çıktığı gün ilk icraatı 19 kardeşinin ölüm fermanını vermek olmuş, bu 19 talihsiz şehzade ile babası III. Murat’ın cenazeleri birlikte kaldırılmıştır.
Cahil ve bağnaz papazlar, kardinaller binlerce insanı Engizisyon marifetiyle diri diri yakmaya devam etse de. 16. Yüzyılın sonlarına doğru ilim ve fennin sırları yine batının elindeydi ve bu da yavaş yavaş Rönasansı/aydınlanmayı getirmişti.
Zira Avrupa tarihine baktığımızda 1500’lerden itibaren ilköğretimin zorunlu olduğunu görürüz.
Üstelik Amerika kıtasının ve buharın gücünün keşfiyle, ticaret yolları da artık yavaş yavaş İstanbul ve Anadolu’dan denize kayacaktı.
1789 Fransız İhtilali, Fransa’da ki mutlak monarşinin yıkılarak yerine Cumhuriyetin kurulması ve Katolik Kilisesinin reforma zorlanması, Bir papaz okulunda ilahiyat eğitimi alan Darwin’in araştırmalarım bana İncil’de anlatılan yaratılış öyküsünün doğru olmadığını gösteriyor” demesi ve bunu teorisi ile ispat etmesi artık rahip/ulema dayanışması ile iktidarda kalma döneminin sonuna gelindiğinin de işaretleriydi aslında.
Fakat bütün bunlar olurken 15 Haziran 1826’da II. Mahmud, minarelerden sabaha kadar okuttuğu salalarla halkı “Sancak’ı şerif altında, Yeniçerilere karşı kıyama çağıracak” ve topa tutulan kışlalarda bir gecede 6 bin Yeniçeri pallarla doğranacaktı. Şehre dağılan 20 bin Yeniçeri ise bir hafta içinde palalar altında can verecek ve Osmanlı Ordusuz kalacaktı. Lakin “gayri Müslim olmak, bedel vermek, Medrese talebesi olmak, İstanbul, Bosna gibi bazı eyaletlerde yaşıyor olmak hatta komşu ilçeden bir kadınla evlenmek bile askerlikten muaf olmak için geçerli bir sebepti. İstanbullu için askerin ne önemi olabilirdi. Nasıl olsa fakir Anadolu Türk İnsanı sorgulamadan çocuklarını askere yolluyordu. Bu nedenle de İstanbul halkı bu vahim, vahim olduğu kadar da vahşi, insafsız ve ahmakça hadiseye "Vaka-i Hayriye” yani “Hayırlı Olay” diyecekti.
Oğuzhan’cığım, nereden gelmiştik buraya?
Senin “Osmanlı halktan bu kadar kopuk ve bihaberdi de nasıl 623 yıl hüküm sürdü acaba? Çok subjektif bakıyorsun abi.” Tespitinden tabi.
Öncelikle bir devletin uzun veya kısa hüküm sürmesi, kendinden çok ona rakip olabilecek devletlerin, milletlerin durumuyla ilgilidir.
Mısır çökünce doğu bir daha toparlanamayacak, aynı bu gün İslam âleminde olduğu gibi Roma’nın çöküşüyle de Batı paramparça olacak, din, mezhep savaşlarıyla birbirini boğazlarken, bu fırsattan istifade ile Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’da yeşerme fırsatı bulacaktı.
Burada amacım elbette Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyeti yargılamak değildi.
İçim yanıp, parçalanarak okuduğum bir kitap hakkında neler hissettiğimi ortaya dökerken, diğer yandan da kitap hakkında ipuçlarını okuyucularla paylaşmaktı maksat.
Tabi her din, tanrı, canlı gibi devletler de yaşarlar ve ölürler.
“Osmanlı neden 623 yıl yaşadı ve neden çöktü?”nün cevabını bir inceleme yazısında verebilmek elbette mümkün değil.
Bu konuda bir fikir sahibi olabilmek için bile, Hint, Çin, Sümer, Pers, Asur, Babil, Mısır, Türk, Roma, Avrupa, Amerika, pagan, semavi dinler ile dünya, insanlık tarihine, bitki ve insan evrimine vakıf olmak gerek.
Bunlara vakıf olabilmek için ise, en az yüz bin sayfa, iyi seçilmiş kitap okumak lazım.
Ben bu konulara yeteri kadar vakıf mıyım??? Ne gezer… Fakat bildiğim kadarını, “1000kitap”ta yaklaşık 500 sayfadan oluşan, 150 inceleme yazsında dile getirdim.
Tabi ne kadar insan, o kadar fikir demek. Bana sorduğun sorunun cevabını senden de okumak isterim.