Sabahleyin uyandım, sanırım saat sekizdi, oda tamamen aydınlıktı. Ansızın uyanmıştım, bilincim yerindeydi ve birden gözlerimi açtım. O, masanın yanında duruyordu ve elinde de tabanca vardı. Uyandığımı ve ona baktığımı fark etmedi. Birden elinde silah bana yaklaştığını gördüm. Hemen gözlerimi kapattım. Uyur numarası yapmaya başladım.
Yatağıma yaklaştı ve başımda durdu. Her şeyi duyuyordum, odada derin bir sessizlik vardı, bu sessizliği de duyumsuyordum. Kendimi kasmış olmalıyım, elimde olmadan gözlerim açılıverdi. Gözlerini bana dikmişti, ta gözlerimin içine bakıyordu; tabancayı şakağıma dayadı. Gözlerimiz karşılaştı, bakışımız bir saniyeden az sürmüştü. Gözlerimi kapadım ve o anda beni neyin beklediğini hiç düşünmeden, kımıldamamaya, gözlerimi açmamaya karar verdim.
Derin uykuda birinin birden gözlerini açtığı, hatta bir iki saniye başını kaldırdığı, çevresine göz gezdirdiği ve sonra bilinçsizce başını yeniden yastığa koyarak, hiçbir şey hatırlamadan uykuya daldığı gerçekten rastlanan bir durumdur. Gözlerimiz karşılaşıp tabancayı şakağımda hissettikten sonra hemen gözlerimi kapatmış, derin bir uykudaymışım gibi hiç kımıldamamıştım, gerçekten de uyuduğumu, hiçbir şeyin farkında olmadığımı kesin olarak düşünebilirdi, ayrıca benim gördüğümü gören birinin öyle bir anda gözlerini kapatması inanılacak gibi değildi.
Evet, gerçekten olağandışı bir durumdu. Ama gerçeği yine de tahmin edebilirdi. Bu düşünce şimşek gibi bir anda çakmıştı beynimde. Ah, insanın aklına birçok şey bir anda gelebiliyordu. Ah, bir saniyeden de kısa bir sürede ne düşünceler, duygular yaşamıştım! Yaşasın şu elektrik hızındaki insan düşüncesi! Eğer uyumadığımı tahmin etmişse ve biliyorsa (bunu seziyordum), o zaman ölümü kabullenme isteğimle onu ezmiş oluyordum ve eli titreyebilirdi. Eski kararlılığı bu yeni olağanüstü etkiyle kırılabilirdi. Uçurumun tepesinde duran birinin aşağıya, uçuruma gizli bir gücün çekimiyle sürüklendiğini söylerler. Bir çok intihar ve cinayet olayının silahın elde olmasıyla yakın ilgisi olduğunu düşünmüşümdür. Burada da bir uçurum söz konusuydu; burada da şaşırması olanaksız 45 derecelik bir açı ve tetiği çekmeye çağıran karşı konulmaz bir güdü vardı... Gelgelelim her şeyi gördüğüm, her şeyi bildiğim ve sessizce ölümü beklediğim bilinci hedefi tutturmasını engelleyebilirdi.
Sessizlik sürüyordu, birden şakağımda, saçlarımda demirin soğuk dokunuşunu hissettim. Siz şimdi soracaksınız: “Kurtulacağımı kesin olarak umut ediyor muydum?” diye. Tanrı biliyor, yanıtım şöyle olurdu: Hiçbir umudum yoktu, ancak yüzde bir şansım olabilirdi. Neden ölümü bekliyordum peki? Ben de şu soruyu sorayım: Taptığım kadın bana tabanca doğrulttuktan sonra yaşamışım, yaşamamışım ne önemi vardı? Ayrıca, aramızda süren bu savaşımın, bu korkunç ölüm kalım savaşının, arkadaşları tarafından korkaklıkla suçlanarak dışlanan, dünün ödleğinin bir çeşit düellosu olduğunu bütün benliğimle anlıyordum. Gerçeği, yani uyumadığımı sezmişse, bunun düello olduğunu benim bildiğim kadar biliyordu.
Ne bileyim, belki de böyle bir duyguya kapılmadım, belki de o zaman böyle düşünmemiştim; ancak aklıma gelmemiş olsa bile bunun böyle olması gerekiyordu, çünkü hayatımın her anında yalnızca, evet yalnızca bunu düşündüm.
Ama siz yine: Olası bir cinayetten onu niçin kurtarmadığımı soracaksınız. Ah, bu anı her hatırlayışımda sırtımdan soğuk terler boşanırken, bu soruyu binlerce kez sordum kendime. Ama o sıralar yüreğim korkunç bir umutsuzluğun karanlığına gömülmüştü. Ölecektim, kendi yok oluşumu hazırlıyordum; bu durumda bir başkasını nasıl kurtarabilirdim ki? Bu arada birini kurtarıp kurtarmayacağımı da nereden çıkarıyorsunuz? O zaman neler çektiğimi kim bilebilir?
Bilincim kaynayışlardaydı, saniyeler geçti, ölüm sessizliği sürüyordu; hâlâ tepemde dikiliyordu, birden bir umutla sarsılıverdim! Hemen gözlerimi açtım! Odada değildi. Yataktan kalktım: Kazanmıştım, o, sonsuza dek kaybetmişti!..
Semaverin bulunduğu odaya girdim, semaver her zaman birinci odada bulunur, çay servisini hep o yapardı. Hiç konuşmadan masaya oturdum, doldurduğu çayı ondan aldım. Dört beş dakika sonra bakışlarımı ona çevirdim. Yüzü ölü gibi bembeyazdı, dünden daha kötüydü, bana bakıyordu. Birden, evet, birden ona baktığımı fark edince yüzünde soru sorar gibi ürkek bir ifade belirdi ve solgun dudaklarıyla zayıfça gülümsedi. “Demek ki hâlâ bir kuşku var içinde: ‘Biliyor mu, bilmiyor mu, gördü mü, görmedi mi?’ diye hâlâ kendine soruyor olmalı!” Hiç ilgilenmiyormuşum gibi gözlerimi başka yöne çevirdim. Çay faslı bittikten sonra dükkânı kapattım, çarşıya çıktım. Demir bir karyola ve paravana satın aldım. Eve dönünce karyolanın salon tarafına yerleştirilmesini ve paravanayla da kapatılmasını söyledim. Bu karyola onun içindi, hiç konuşmadım, sözsüz de olsa anlamıştı, bu karyola her şeyin farkında olduğumu kuşkuya yer vermeyecek biçimde ona anlatıyordu. Geceleyin her zaman yaptığım gibi, tabancayı masanın üzerine koydum. Yatma saati geldiğinde hiç konuşmadan usulca yeni yatağına yattı. Evliliğimiz sona ermişti. “Kaybetmişti, ama bağışlanmamıştı!”