Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Değerli Aysel Doğan Hanımefendi'nin izni ile, yaşamından ufak bir kesiti paylaştığı kitabını buraya da taşımak isterim. Kitap basında tükenmiş, sponsor bulunamadığı için tekrar basıma verilememiştir. Kaydedip pdf dosyası yapabilir, çıktı alabilirsiniz. ilk baskı ismi; 'anılarım, acılarım ve şizofreni' ikinci baskısı ise; '18 yaşında uyudun 29 yaşında uyandın oğlum' ismiyle yayınlamıştır. Aysel Doğan; 1948 Kars Sarıkamış doğumlu. Dört çocuk annesi. İki oğlunu zamansız yitirdi. Bunun ardından büyük oğlunun şizofreni hastası olduğunu öğrendi. Bu hastalığa karşı oğlu ile birlikte mücadele etti. Doktorların ve yeni tedavi yöntemleri ( ilaç vs.) sayesinde kazanan taraf Doğan ailesi oldu. Yaşamını, “Acılarım Anılarım ve Şizofreni” adı altında bir kitapta topladı. Kendini, oğlu gibi şizofreni hastalığından muzdarip olan şizofrenilere adamış olan Aysel Doğan, Dünya Şizofreni Derneği’nin kurucusu ve başkanlığını yürütmektedir. Her konuda şizofreni hastası ve yakınlarına yardımcı olmaya çalışmaktadır. YIL 1965, 8 HAZİRAN Evet eşimle 8 haziran 1965'de çok güzel bir düğün töreniyle evlenmiştik. Zamanın bize neler hazırladığını ne yazık ki bilemezdik. Eşim gencecik bir üniversite öğrencisiydi. İkimiz de çok mutluyduk. Çünkü umutluyduk. Sevgimize, birbirimize inanıyorduk. Ama bilmiyorduk ki bazen inanmak da yetmezmiş. Evliliğimizin dördüncü yılında ilk oğlumuz Köksal dünyaya gelmiş ve eşimin okulu da bitmişti. Orman yüksek mühendisi olmuş tayin bekliyordu. Tayini (doğuya) benim memleketim, Kars'ın Sarıkamış ilçesine çıkmıştı. O yıllarda orman mühendisleri bölgölerde kalıyordu. Yani köylerde. Biz de Sarıkamış'ın bir köyünde kalıyorduk. "Çamyazı köyü, eski adı Micingirt" olan bu köyde üç yıl kaldık. Lojmanlar köye iki kilometre uzaklıkta idi. Dört aile kalıyorduk. Kışın yollar kapanıyordu. İçme suyumuz akmıyordu. Köyde elektrik yoktu. Biz karları eritip su olarak kullanıyorduk. Lojmanın jeneratörü vardı. Aydınlatmayı o sağlıyordu. Mazot bitince gaz lambasıyla idare ediyorduk. Biz bu kadar mahrumiyet içinde yine de çok mutluyduk. 1970'i 1971'e bağlayan gece tüm dünya yeni yılı kutluyordu. Soğuk, kar ve tipi, Allahuekber Dağları'nın eteklerinde bir köyde, saat 04'te ikinci oğlumuz dünyaya merhaba demiş ve Serdar da aramıza katılmıştı. Çok sevinmiştik, çok mutluyduk. Ben çok genç yaşta iki çocuk annesi olmuştum. İki çocuğumu yolu ve doktoru olmayan bu yerde sağlıklı büyütmeye çalışıyordum. Günler, aylar geçiyordu. Büyük oğlum iki yaşında, Serdar yedi aylıkken, babamın ölümüyle sarsıldım. Bu benim ilk acımdı. Çok üzülüyordum fakat annem bana destek oluyor, moral veriyordu. İnsanın annesi olunca hayat daha da kolaylaşıyor. İLK EVLAT ACISI Zaman su gibi akıp gidiyordu ve 1973 yılının, 20 Eylül'ünde üçüncü oğlumuz Hakan da dünyaya gelmiş, böylece üç erkek evladımız olmuştu. Hakan üç aylıkken eşim askere gitmiş, ben de çocuklarımla İstanbul'a anneme gitmiştim. Daha sonra eşim yedek subay olarak Tekirdağ-Çorlu'ya atanmıştı. Orada ev tutmuştu. Biz de Çorlu'ya gittik. Çorlu çok güzel bir şehirdir. Orada çocuklarımızla çok güzel günler geçiriyorduk. Çok güzel anılarım olmuştur. Derken askerlik bitmişti. Bingöl'ün Kığı kazasına tayin edilmiştik ve Kığı'ya gidip yerleştik. Çok büyük bir talihsizlik; Kığı'da menenjit salgını vardı. Oraya gidişimizin üçüncü ayında, Hakanım aniden fenalaştı, rengi mosmor olmuştu; boynu, vücudu kasılıyordu. Hakan kucağımda, dışarıya koştum. Komşular gelip kucağımdan aldılar. Rengi sararmaya başlamıştı. Hemen hastaneye götürdük. Ne yazık ki o kasabada doktor yoktu. Bir hemşire vardı. Hemşire oğlumuzu hemen ildeki hastaneye götürmemizi söyledi. En yakın il 'yedi-sekiz' saatlik mesafedeydi. Zaman zaman yollar kar yüzünden kapanıyordu. Ne yazık ki çaresizlik içinde oğlumu alıp eve geldik. Sabahı bekleyip yolun açılması için dua ediyorduk. Bu kasabadan 'Bingöl' iline, sadece sabahları, bir otobüs gidiyordu. Oğlumsa evde daha da kötüleşiyordu. Çaresizdik. Komşular bizi yalnız bırakmıyordu. Saat gece onbir sıralarında Hakan biraz iyi olmaya başlamıştı. Su falan içirdik. Komşular; "biz çok sevindik artık oğlunuz iyileşti" diye yavaş yavaş evlerine döndüler. Kasabada o zamanlar elektrikler, gece onikiden sonra kesilirdi. Ben oğlumu uyutmak için uğraşıyordum. Fakat hiç uyumuyordu. Sabaha karşı yine çok fenalaştı. Çaresizlikten ne yapacağımızı şaşırmıştık. O esnada sabah ezanı okunuyordu. Eşime cami hocasını çağırmasını söyledim, biraz oğlumuza Kuran-ı Kerim okumasını istedim. Allah'a sığınmak beni o kadar rahatlatacaktı ki eşim hemen hocayı alıp geldi. Hoca biraz okuduktan sonra ağlamaya başladı. Ben korkup ağlamaya başlayınca "korkmayın, sizin oğlunuz iyi. Ben kendi evladıma ağladım, kendimi tutamadım. Birkaç yıl önce, lise son sınıfta okuyan oğlum, Bingöl depreminde enkaz altında kalıp öldü" dediğinde çok üzüldük. Hoca gittikten sonra oğlumuzu alıp otobüsle yola çıktık. Yarı yolda kucağımızda vefat etti. '1 NİSAN 1974' İlk evlat acısının verdiği acı ve ızdırapla geri dönmüştük. Ben evde acı ve ızdırapla kıvranırken aynı gün annemin ölüm haberi geldi İstanbul'dan. Ani bir kalp krizi sonucu çok sevdiğim annemi de kaybetmiştim. Annemin ölüm haberiyle yıkılmış ve dünyadaki gerçeklerle karşı karşıya kalmıştım. Annem daha 42 yaşında, genç denecek yaşta, beni ve iki kardeşimi öksüz bırakmıştı. Artık bu dünyada, biz üç kardeş, annesiz ve babasız kalmıştık. O zaman başıma daha nelerin geleceğini bilmeden, anneme, babama ve yavruma ağlayıp duruyordum. İki kardeşim küçük yaşta öksüz kalmıştı. Ben yavrumu ve annemi aynı günde kaybetmiştim. Sanki kader bana 'nisan bir' şakası yapmıştı. İlk evlat acısını yaşadık. Canımdan bir parçanın koptuğunu hissettim. Göz göre göre çocuğumu kaybetmiştim. Gençtim; hayallerim umutlarım vardı. Kutsal kitaplarda yer alan 'ölen çocuklar cennette ağırlanır' sözleri bana manevi destek olmuştu. Fakat annem bu kadar erken ölmeyi hak etmemişti. İşte o zaman şair Albulhakhamit Tarhan'ın genç yaşta ölen eşi için yazdığı MAKBER aklıma geldi. Tıpkı şarkıdaki gibi ölümün varlığı ve annemin ana kokan teninin toprak kokusuna karışmasına dayanamıyordum. Çok genç yaşta acılarla yıkılmıştım. Artık hangisine ağlayayım, yanayım bilemiyordum. Tam yüreğimin ortasında bıçağın döndüğünü hissettim. Çok acıydı, çok zor günler geçiriyordum. Bir müddet sonra eşim tayinini istedi. Tayini Siirt'in Eruh kazasına çıktı. Orada altı ay kaldıktan sonra tayini Ankara'ya çıkmıştı. Ankara'da bir yıl kaldıktan sonra İzmir'e tayin oldu. Ben de biraz olsun acılarımı unutmaya çalışıyor, iki çocuğumla teselli buluyordum. Dördüncü oğlum da 20.09.1975 tarihinde dünyaya geldi. Hakan'ın sevgisini ona vermiş, unutmaya çalışıyordum. Yine üç oğlum olmuştu. Zaman ne çabuk geçmişti. Acılar unutulmuyordu ama acıyla yaşamasını öğreniyordum. Zaten başka çarem de yoktu. Çünkü acılarla yaşamak çok da kolay değil. ACILARIN EN ZALİMİ (1976, 13 Kasım Cumartesi) CANIM KÖKSAL'IM Evet acıların en zalimi, bana yaşadığım onca acıyı unutturan Köksalım, seni ve senin acını unutmak, dayanmak benim için çok zordu. Taş gibi bir yüreğim olması lazımdı. Ama ben anneydim senin yokluğuna hiçbir zaman dayanamazdım. Seni çok zamansız kara toprağa vermiştim. Aradan geçen çok çok uzun yıllara rağmen benim acım hiç dinmedi. Ne kadar acılarımı kalbime gömdümse de senin acın hep tazeliğini korudu kalbimde. Ne sesini, ne gülüşünü ne de melek yüzünü hiçbir zaman unutmadım, unutamam.. "SEN RAHAT UYU OĞLUM MEKANIN CENNET OLSUN" Yıl 1976. Büyük oğlum ilkokul ikiye gidiyor, kardeşleri de yavaş yavaş büyüyordu. artık herşey yolunda gidiyordu. Acılarımı biraz olsun unutmuştum. (Ta ki o zalim gün, 1976-13 kasım cumartesi)
·
262 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.