Gönderi

Bir yaz günü, temmuz ayıydı, sol yanımda oturan göbekli bir adamla ülkeler arası bir otobüste yolculuk ediyordum. Sağ elini benim olduğum koltuğun üstüne koymuştu, bende biraz camdan dışarıyı seyredeyim dedim. Başımı tam çevirdim, burnum tam bir dik açıyla uzattığı elinin koltuk hizasına geldi. Giydiği beyaz tişörtü terden sarımsı bir hal almıştı, başımı çevirdiğim gibi gözümü kapatıp, insandır, insan terler, dedim. Yolculuk devam ediyor, klima soğuk hava mı, sıcak hava mı attığı belli değil. Şoför mahallinde radyoda belli belirsiz bir şarkı çalınıyor. Birden otobüste bir tekmeleme oldu ve yaklaşık bir kilometre sonra, iki kez üst üste gene tekmeleme oldu ve motor tamamen durdu. Bütün yolcular birbirimize bakıyoruz. Şoför anahtarı kontakta çeviriyor ama motorda hareketlik hiç yok. Yüz kilometre birbirinden uzaklıkta iki şehrin arasında öylece kaldık. İndik yolcular, itekleyelim dedik, belki çalışır diye. Elli metre falan itekledik, yok, nafile, gene çalışmadı. Çareyi şoförü şehre yollayıp, bir usta getirmekle bulduk. Yolda geçen bir aracı durdurup, şoförü yolladık. Şoförün gidip gelmesi ve ustanın arabayı tamir etmesi baya bir zaman olucağı belliydi. Otobüsten bir şişe su alıp ve çantamdan fotoğraf makinemi alıp, minare gibi uzun ağaçların arasından geçip ormanın içine girdim. Kuş cıvıltıları, uçan rengarenk kelebekler, çiçekler, böcekler, farklı farklı çiçeklerden polen alan arılar, hepsinin birer kare fotoğrafını çektim. Ve yürümeye devam ettim, orman içi bazen yer yer rahatlıkla bir çiftin dans edecek kadar bir boşluğa çıkıyordu, bazen de içinden geçilmeyecek kadar sığ yerlere çıkıyordu. Birden sol tarafımdan çalıların arasından bir hışırtı geldi, durdum, yavaşça yere eğilerek yeni emekleyen bir bebek gibi yavaş yavaş yaklaşıyorum sesin geldiği yere doğru. Boşluk bir ara buldum ve ne olduğunu bulmaya çalıştım. Birden boşluğa küçücük bir tavşan ve onun arkasından da büyük bir tavşan daha çıktı boşluğa, dedim muhakkak bu da annesidir. Hemen fotoğraf makinemi elime aldım, iki tane de tavşan karesi çekip yoluma devam ettim. Yürüyordum, birden ormanın içine bir duman bulutunun geldiğini gördüm, dumanın arasından geçip, ateşin nerde olduğunu bulmaya çalıştım. Ateşi bulmaya çalışırken aklımdan da ormanın içinde yaşayan canlılar da hiç çıkmıyor. İçimden bu bir orman yangını olmasın diyorum. Ormanlık alan bitti boş bir araziye çıktım, karşımda tek bir ev ve ateş almış giderek büyüyen bir yangın. Koştum yanına, bir çocuk ağlayışı geliyordu içerden. Etrafa baktım evin yanına küçük bir su göleti vardı, hemen yanındaki kovayı alıp, su doldurup, eve fırlattım, kaç sefer gidip geldim yangınla baş edemedim. Yerde bir yırtık bir bez buldum, suya batırıp, kendimi de ıslatıp evin etrafını dolandım pencereden içeriye girdim. Dumanın içinde kalmış oda da çocuğu çok zor buldum. Kucağıma aldım ve girdiğim gibi dışarı atladım, göletin başına koştum ve onu suya batırdım serinlensin diye. Biraz su içirip, yüzünü temizledim ve alıp karşıma göletin kenarına oturduk. Saçları Örgülü, siyah düz saçlı bir kızdı. Çay karası gibi gözleri, gözleri küçücük yuvarlak yüzüne göre çok büyüktü ve sağ kirpiklerin bitimine doğru bir ben. Kaldırdım onu yanan evin önünde bir odun parçasının üzerine koydum ve bir fotoğraf karesini de öyle çektim. Ve giderek tamamen evi saran alevleri izlemeye başladık. Birkaç dakika sonra koşarak yaklaşmakta olduğu bir kadın ve erkeğin olduğunu gördüm. Kadın dizlerine, göğsüne vurarak, anlamadığım ağlamaklı bir dille haykırıyordu. Evin yanına geldiler kadının bağırmaktan artık sesi kısılmıştı ve oturduğumuz yerden de bizi daha görmemişti. Anladım küçük kızın onların kızı olduğunu. Bu ağlamalar, küçücük evladınaydı. Öyle bir ağlıyordu ki, gözlerinden özlem akıyordu, sevgi akıyordu, doya doya sarılmamak, öpüp, koklamamak akıyordu. Ve adam bizim oturduğumuz yere doğru başını çevirip, bizi gördü, kadının kolunu tutarak bizi gösterdi, koşa koşa yanımıza geldi, çocuğu kucağına alıp öpücüklere boğdurdu. Bana bir şeyler dedi dilini anlamadığım için bir şey diyemedim. Sadece el hareketleri yaparak, fotoğraf makinemi göstererek, ben fotoğraf çekmeye çıkmıştım ve yanan bu evi gördüm hareketleri yaparak kısa bitirdim. Kadın teşekkür manasında elini uzatarak omzuma dokundu. Adam da iki elini birbirine yapıştırıp çenesine yaklaştırarak teşekkür manasında başını bana doğru öne eğdirdi ve boynuna astığı çantasında bir fular çıkartarak bana uzattı, bende teşekkür ederek boynuma doladım hemen. Ve bu mutlu üç kişilik ailenin bir fotoğrafını da yanan evle beraber çektim. Ve zaman da ilerlemişti, güneş batmaya yakındı, vedalaşıp, geldiğim yöne doğru yol almaya başladım. Çektiğim fotoğrafa bakınca, daha önce mutluluğu uzakta hep seyretmiştim. Bu sefer mutluluğu ben yakalamıştım ve elimle dokunabiliyordum. Uzaklaşırken dönüp baktığım da, küçük Lina bana el sallıyordu. Ve şunu dedim kendime: "çok okumak değildir, çok anlamaktır." Hayatıma bir yön vermeseydim, bugün küçük Lina hayatta olmayacaktı, o yangında kül olup gidecekti. Giderken daima arkamızdan insanlığa dair bırakacak güzel anılar olsun.
·
20 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.