Gönderi

266 syf.
·
Not rated
Cesur Yeni Dünya
1894 yılında İngiltere’ de doğan, annesi Matthew Arnold’ un yeğeni, babası Chornhill dergisinin sahibi, kardeşi ve dedesi biyolog olan yazarımız Aldous Huxley; bilim ve edebiyatın renkli dünyası ile büyüyor ve eserlerinde de bu dünyanın izlerini bize yansıtmaktan geri kalmıyor. Tıp fakültesinde okurken yaşadığı göz problemleri dolayısıyla bir sene kadar kör kaldığı söylenen Huxley, bu renkli dünyaya bir de karanlıktan bakıyor. Gördükleri onun tıp fakültesini bırakıp edebiyat fakültesine gitmeye karar vermesiyle sonuçlanıyor. Fakülte yıllarında birkaç eser verse de tam anlamıyla edebiyata girişi Krom Sarısı ile oluyor. ‘Sosyal norm idealleri ve bilimin insan hayatındaki yanlış yansıması ‘ onun eserlerinde bahsettiği ve eleştirdiği temel konular haline geliyor. Cesur Yeni Dünya Huxley tarafından 1932’ de okuyucuları ile buluşurken, 600 yıl sonrasına seslenen bir çeşit kurgu olarak karşımıza çıkıyor. Ütopya mı distopya mı olduğu kararını veremeyen okuyucular, kendi içlerinde ikiye ayrılıyor. Yazarımıza bir gazeteci tarafından yönlendirilen ‘Vahşi’nin istekleri mi ,şartlandırılmış istikrar ideali mi?’ bu ikililiği ortadan kaldıracak gibi görünmesiyle beraber, yazarın verdiği cevap işleri daha da karmaşık hale getiriyor: ‘Bence iki ucun arasındaki bir orta hem istenmeye değer hem olabilirdir, hem de bizim hedefimiz olmalıdır.’ 1.Dünya Savaşı’ndan sonra yazılmış romanımız, değişen dünyanın şekillenişini gözler önüne sererken Ekonomik Buhran Dönemi’nin etkilerini gidermek için çözüm olarak getirilen kapitalist sistemi de temel alıyor. Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilen insanlar (benim için nesneleştirilmiş insan) yeniye ve tüketime dayalı bir toplum oluşturmak için eğitiliyor (uyuşturuluyor).Bu insan robotlar, köleliği sevmekle şartlandırılıyor ve bireyselliğin asla izin verilmediği bir toplumun parçası haline getiriliyorlar. Ben olmanın bu dünyada bir yeri yokken toplumu oluşturmak ve ona hizmet etmek anlamlı hale geliyor. İnsanların yalnız kalmasına, düşünmesine izin vermeyen bu toplum, ikili ilişkilerde de bağlılık konusuna şiddetle karşı çıkıyor, ‘Herkes herkese aittir.’ düşüncesi benimseniyor. Hiyerarşik bir yapılanma gösteren seri üretim insanları hangi sınıfa ait olursa olsunlar mutluluğu elde ediyor ve soma denilen yan etkileri olmayan bir çeşit uyuşturucuyla bunu pekiştiriyorlar da. İnsanların sürekli genç ve üretken kalması sağlanan bu dünyada, insan robotlar ‘ölüm’ kavramıyla da küçük yaşlarda tanıştırılıyor ve sürecin korkutucu yanı normalleştiriliyor. Peki, böylesine istikrar ve mutluluğun hâkim olduğu toplumu distopya haline getiren nedir? Birey ve benlik duygusunun buruşturulup atıldığı bu toplumda sanatın ve dinin izlerini görmek neredeyse olanaksız hale geliyor. Nihai amacın mutluluk olduğu düşüncesi öylesine kuvvetli bir şekilde işleniyor ki insanlara, mutluluk ulaşılacak bir nokta olmaktan çıkıyor. Ağlamayan bir insanın mutluluğun gerçek hazzını yaşayabileceğini söyleyebilir miyiz? Heyecan duyduğumuz birçok şey mutlulukla sonuçlanmasa dahi zihnimizde canlı kanlı biriymişçesine yer almaz mı, yaşamayı öğretmez mi insana? Mutluluk nihai bir amaç olarak kabul edilse dahi üzerine çabalanmayan mutluluğun gerçekliğini bu aşamada sorgulamak gerekiyor. Damarlarımızda akan kanı dahi hızlandıran, zihinlerimizi darmaduman eden mutluluk, canlanmış biri gibi koşturur vücudumuzda; hem kalbe hem zihne hitap eder. Her şeyden öte gerçektir, gerçek bir üzüntüyü sahte bir mutluluğa tercih etmez mi insan? Toplumsal istikrar genel hatlarıyla incelendiğinde gelişim için dayanak bir nokta haline geliyor. Detaylarına bir yolculuk yaptığımızda ise bireyin toplumdan önce kendini var etmesinin engellendiğini görüyoruz. Düşünmenin yer almadığı bu toplum yapısı bilimsel anlamda gelişse dahi bilim sınırlandırılıyor, insanların tek gözü kapatıldığından üç boyutlu halini alamıyor hiçbir zaman. Hipnopedia ile uykuda eğitim, bir çeşit hipnoz olarak karşımıza çıkıyor. Peki, bu öğretilenlerin ne kadarını bilmek ister insan, ya da insanın ne istediğinin bir önemi var mı? Bu toplum yapısının ütopik kısmı hastalıkların ve savaşın olmaması oluyor, bir insan olarak insanca yaşamayı temenni ediyor insan. Kimi okurlar sağlıklı ve istikrarlı toplumu, yaşamak için yeterli buluyor. Sürekli genç kalmak, ölümden korkmamak, toplumdaki yerini kabullenmek ve bir nevi sevmeye şartlandırılmak dünyayı tozpembe gösteriyor. Hayatta her şeyde olduğu gibi bu noktada da bir şeyler feda etmek gerekiyor: insanca yaşamak için insan kendini feda ediyor. Bir tahterevalli misali bir tarafa mutluluk, istikrar, özdeşlik, toplum oturuyor; diğer yana gerçeklik, düşünme, sanat, din yerleşiyor. Ağır basan yer okuyucunun romanı ütopya veya distopya olarak değerlendirmesini mümkün kılıyor. Benlik ve birey kavramının istikrarlı bir toplum karşısındaki gücünü/güçsüzlüğünü Vahşi karakteriyle karşımıza çıkaran yazar, eseri adeta bir sosyal hiciv romanına dönüştürüyor. Okuyucular gayet açık bir dille yazılmış kurgu karşısında duygusal ve zihinsel bir karmaşada buluyor kendini. Birey ve toplum olmanın acımasız yönleri tüm gerçekliğiyle çarpıyor suratına okuyucunun. Nihayetinde son kararı okuyucu yine kendi veriyor. Nesrin TURAPOĞLU
Cesur Yeni Dünya
Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley
Aldous Huxley
Cesur Yeni Dünya
Cesur Yeni DünyaAldous Huxley · İthaki Yayınları · 202160.8k okunma
·
30 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.