Gönderi

Mustafa Kemal Atatürk
Oydu. Yalnızdı. Arkasından onu takip eden köpeği, etrafında geniş kıvrımlar yaparak dolaşıyor, bazen ona yaklaşıyor, bazen ondan uzaklaşıyordu. Elleri cebindeydi. Gövdesi biraz öne eğikti. Belki biraz düşünceliydi. Yavaş adımlarla, güneşin ateş tekerleğini nerede ise toprağa değdirecek gibi göründüğü çıplak sırta doğru yürüyordu. O, sırta vardığı zaman, güneş ufka yaslanmıştı. Gurubun ziya oyunlarıyle olduğundan daha heybetli görünen endamı, göğe mürtesem düşüyordu. Bu manzaraya daldım. Bu manzara bana garip ve belki de doğru olmayan birtakım düşünceler ilham etti. Fakat ben bu düşüncelerin kafamda olduğu gibi cereyanına mâni olmadım: Gözümde bir inkılâp ve iki şahsiyet belirdi. Bu şahsiyetlerin biri bir şef, bir kahramandı. Etrafında herkesin bildiği, herkesin anladığı bir inkılâbın hikâyesi vardı. Kendisini harplere, mücadelelere ve hele harp cephesindeki düşmandan daha çok yoran, kalbini daha çok kanatan isyanlara, ihanetlere, suikastlere rağmen ve bütün bunları unutarak, halkın emrine vermişti. Cephelerde kazanılan zaferler, saltanatın yıkılışı, cumhuriyetin ilâm, yeni devletin kuruluşu, kadınların çarşaflarını atışı, şapkaların giyilişi, vs... Bu davalarda millet ayaklanmış ve onun daima unuttuğu ve affettiği o büyük bozgunculuklara rağmen, onun arkasında yer almıştı. Bu cephesiyle o, gittikçe sevilen, gittikçe kuvvetlenen bir şefti. Bir bayrak adam, efsaneleşmeye başlayan insanüstü bir varlıktı. Fakat arkada, daha başka bir şahsiyet yaşıyordu. Şimdi bu dağın üstündeki gibi; tek, yalnız anlaşılmamış ve hemen hemen arkadaşsız, bambaşka bir adam. Bunun hayatı, belki de baştanbaşa bir çileydi. Bu iki şahsiyet, belki de, birbirleriyle de cidâl halindeydiler. Hayatında beşerî hiç bir derin aşkın hikâyesi yoktu. Aşkı, kendine inancı ve ambiusyonuydu. Ömrü bir karargâh dekoru içinde geçti. Fakat bir karargâh adamı değildi. Ne yalnız asker, ne cihangirlik peşinde bir hayalperest, ne yalnız ıslahatçı. Hayır. Bunların hepsinin üstünde bir varlıktı. O, bir insandı. Zaman oldu, bu vatanın sınırları belki de onun hayaline dar geldi. Şu iki ucu bir araya gelmeyen hazin bütçeler... Şu, daracık yol, mektep, hastane davaları... Şu yolunmuş bozkır, şu uykulu kasabalar ve şu etrafında gördüğü münevver denilen ve yalnız dinleyen insan...
Remzi KitabeviKitabı okudu
·
14 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.