Gönderi

'Hız ve Haz Çağı'nda insanın içine düştüğü problem…
Milan Kundera “Yavaşlık” adlı romanında, modern insanın “hız düşkünlüğü”ne dair şunları söyler: “Teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir esrim [sarhoşluk] biçimidir, “hız”. Motosiklet sürücüsünün tersine, koşucu, kendi bedeninin varlığını her zaman duyumsar, gövdesinin ağırlığını ve yaşını hisseder, koşarken… İnsan hız yeteneğini bir makinaya devredince her şey değişir: Artık kendi gövdesi oyunun dışındadır ve bir hıza teslim eder, kendini… Cisimsiz, maddesiz bir hıza, katıksız hıza, hızın hızlılığına, esrime hızına…” Hıza tutkun ve meftun bir dünyanın içinde, adeta bir “hız hazzı” yön vermekte hayatımıza… Tabii bu sıklıkla bir “öldüren haz” haline de gelebiliyor. “Aşırı hız ölüm getirdi” sözünü ne kadar çok duyduğumuzu ve kanıksadığımızı hatırlayalım!.. Halbuki yavaşlığı metheden ve özendiren, hızı ise neredeyse felaketle eşdeğer sayan bir hayatın içinde olduğumuz günler de vardı. “Acele işe şeytan karışır” uyarıları; “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” dizeleri; ”Mehtap”ı uyandırmayı dahi düşünerek kürekleri “aheste” çekme duyarlılıkları… Bunlar yavaşlığı erdem sayan bir toplumsal ruh halinin bu coğrafya dilinde sürülebilecek izleri arasında ilk akla gelenler. Şimdi ise hızlı yaşamak değil, hızlı yaşamamak neredeyse ölüm demek!.. Artık, “Hızını kaybedersen yok olursun!” diye düşündüren bir hayatın içindeyiz. Bunun izlerini de gündelik yaşantımızın pek çok kesintinde sürmemiz mümkün. Başta hayatımızda etkin ve yaygın yeri olan bilgisayarları, daha doğrusu artık cep telefonlarını düşünmeli. Hızları arttıkça daha çok para ediyorlar. Her yeni model eskisinden farkını, dolayısıyla değerini daha hızlı olmasıyla kazanıyor. Bu bakımdan hız, başlı başına bir değer artık ve hızı düşürecek hiçbir şeye tahammülü yok gibi insanlığın. O yüzden yemeğin de “hızlı”sı makbul ve moda. Uçar kaçarcasına yemek yeme kültürü, yani “fast-food”, çağı karakterize ediyor. Ve tabii ki, uçarcasına giden otomobiller! Orada da hızlı olan rağbette. Aslında “taşıt” bir bütün olarak hızı temsil etmesi itibarıyla “modern” uygarlığın “baş tacı” zaten. Trafikte taşıtların hızının kesilmemesi de bu yüzden çok önemli. Yayalar ise bir sorun. Çünkü, yayalık, yavaşlığın en dolaysız ifade bulduğu yer bu hız çağında. Bu nedenle de pek “istendik” bir hal değil. Kısaca hız, otomobilden bilgisayara, yeme-içmeden yazıp-çizmeye kadar, endüstriyel hayatın kalitesini belirleyen en önemli unsur. İyi hoş da teknolojinin sunduğu tüm bu hız imkânlarına ve bunun getirmeyi amaçladığı zaman tasarrufuna rağmen, NEDEN HÂLÂ İŞLERİ YETİŞTİREMİYORUZ? Teknoloji her an her şeyi daha kısa sürede ve daha az yorularak yapmamızın imkânlarını sunduğu halde NEDEN HÂL NEFES NEFESE VE YORGUNUZ? Cevabı yine Kundera’nın sözlerinden hareketle bulabiliriz. Hıza teslim olmak, hızın bir ihtiyaç olmaktan çıkıp “değer”, hatta “inanç” haline gelmesi söz konusu olunca, “nefes nefese” yaşamak da adeta “ibadet” oluyor. Yani, zamanı harcamamak kaygısıyla çıkılan yolda zamana tutsak düşmüş (teslim olmuş) oluyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında işlediği sorunla yüz yüzeyiz: zamana sahip ve hâkim “eski” insanlardan farklı olarak, günümüzde artık zaman bize sahip. Biz zamanı değil, zaman bizi kullanıyor. O yüzden de her daim bir yetişememe ve yetiştirememe baskısıyla yaşıyoruz bu hayatı. Belki de, bir “kaçış hali” bu. Dinlenmek, tempoyu yavaşlatmak ve bize ne olup bittiği üzerine düşünmek korkutuyor belki?! Durmaksızın, hızla ve yorula yorula yaşamak, hızın sarhoşluğunda uyuşmak en etkili “müsekkin” oluyor, çağın gidişatına etki etme gücünden yoksun “çoğunluk” için…
Sayfa 275 - Can YayınlarıKitabı okudu
·
35 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.