Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Zamanın çok eski devirlerinde iki kardeş yaşarmış. Bir kız, bir oğlan. Kız kardeş, kardeşi Yusuf’tan büyükmüş. Kardeşlikte büyük olan fedakârlığın, küçük olan ise sevginin ve merhametin daha fazlasının düştüğü kişidir. Yüksek yaylalardan akan serin sularda ayaklarını yıkayan, çam kozalaklarından oyuncak, çiçeklerden başlarına taç yaparak kendi kendilerine oyalanan bu iki kardeşin çok fazla tanıdığı insan da olmuyormuş haliyle. Konargöçer Yörüklerin şenlendirdiği, hayvanlarını otlattığı bu topraklarda üvey anaları ile birlikte yaşarmış bu çocuklar. Ana, sevginin en katıksızını bilir. Onun sevgisi hastır, yürektendir, içtendir. Yavrularına kıyamaz. Kim bilir hangi sebepten bu üvey ana ile iki kardeş bu dağ başlarında baş başa kaldılar bilinmez. Üvey ananın sert tavrı çocukları sindirmiş, korkutmuştur. Bu kendi kendine yürüyen yazısı, sözü olmayan anlaşma ile birbirine bağlanmış olan aile sabahın erken saatlerinde işe koyulur. Üvey ana hayvanları sağar, sütü kısımlara ayırır, bir kısmını yağ-kaymak, bir kısmını peynir için ayırır, yılların verdiği el çabukluğu ile işlerini görür, çocukların karnını doyurur, çıkınını hazırlar, önlerine koyunları katar ve hayvan otlatmaya yollarmış. Akşam olup çocuklar hayvanlar ile döndükten sonra kız kardeş çeşmeden su taşımaya koşar, eğer kış yakınsa odunları keser, çalışırmış. Kardeşi Yusuf ise zayıf bedeniyle elinden geldiğince ablasına yardım eder. Bir işin ucundan tutmaya çalışırmış. Akşamları yorgunluğun perde perde üzerlerine çöktüğünde ise sessizce bir köşeye çekilir, gelecek yeni günün basit hayatlarına yeni bir şey getirmeyeceğini bilerek birbirlerine sarılarak bir kenarda uyuyuverirlermiş. Yine böyle bir gün belki oyuna dalıp gittikleri bir anda otlatmakta oldukları koyunları kaybeder bu iki kardeş. Koyunlar kim bilir hangi bayıra alıp başını gitmiştir? Az önceki çocuk olmanın verdiği oyun hissinin mutluluğunu unutmuş, yetişkinlerin yüreğine düştüğü gibi bir telaşla koyunların peşine tedirgin, bir başlarına düşmüşlerdir. Akşam olmuş; dere tepe aradıkları halde koyunları bulamamışlardır. Güneşin son ışıkları dağların ardından silinip giderken koyunları bulmadan geri dönmemeye karar verirler ve aramayı sürdürürler. Daha önce hiç girmedikleri sık ormanlara, dere yataklarına bakarlar ama koyunları bulamazlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu kez birbirlerinden de ayrı düşerler. Birkaç adım öteyi görmenin olanaksız olduğu ormanda iki kardeş iki farklı tarafa doğru uzaklaşıp giderler farkında olmadan. Üvey annelerine; “koyunları oyuna dalıp kaybettik” demektense bütün bir geceyi koyunları bulma uğraşıyla geçirmeyi yeğlemişlerdir. Ama orman karanlıktır, bin bir türlü bilinmez tehlike, uçurumlar, dikenler, karanlıkta parlayan gözler vardır. Yusufçuk en sonunda bulur koyunları. Üşümüştür, onlara sarılır. Hava soğuk hem de çok soğuktur. Birbirine sokulmuş koyunların yünleri arasına giriverir. Sabahın olmasını, ablasının ya da başka insanların kendisi bulmasını bekleyecektir. Ablası ise koyunlarından çok kardeşini merak etmektedir. Bu ıssız dağ başında küçücük kardeşi yapayalnız ne yapar? Gece olduğunda kendisine sımsıkı sarılan, her gittiği yerde eteklerine yapışan Yusuf’u şu kapkaranlık ormanın neresindedir şimdi? Sesi yettiğince bağırır, koşar, çağıl çağıl akan derelerin üzerinden yıldırım gibi defalarca geçer, taşlar, dikenler ayaklarını kanatır defalarca. Ama o aramayı sürdürür. Sürdürür ama nafile, yoktur kardeşi. Kardeşinin de korkmuş, acıkmış, susamış olarak kendisini aradığını düşündükçe aklını kaçıracak gibi olur. Adımlarını daha bir sıklaştırır her seferinde, ama hiçbir yere yetişemez, kardeşini bulamaz. Defalarca seslenir kardeşine: “Yusuf! Koyunları buldun mu?” Sesi vadilerde, dere yataklarında, kayalıklarda yankılanır ama yankısına hiçbir ses cevap vermez. Her seslenişinde kendi sesini duyar, sesi yankı yankı yok olur ama kardeşinden bir ses seda duyulmaz. Seslenmeyi sürdürür, hatta sesi kısılana kadar: “Yusuf! Koyunları buldun mu?” Artık sabah güneşinin solgun ışıklarını yüzünde hissetmeye başladığı bir anda bulur kardeşini. Bulur bulmasına ama… Kardeşi ve koyunlar adeta bir taş olmuşlardır. Hepsi soğuk, taş kesilmişler adeta. Anlayamaz ilk önce, sonradan fark eder acı gerçeği. Birbirine sokulan koyunlar ve bütün gece aradığı kardeşi işte şuracıkta cansız bedenleriyle öylece kalakalmışlardı. Hepsi bir taş oluvermişlerdir. Bu dayanılacak bir şey değildir abla için. Yüreği hızlı hızlı çarpar, şakakları zonklar. Biricik kardeşi olmadan şu hayat ne kadar boştur onun için. Onun dindirilemez hasretini, yokluğunun acısını hiçbir canlının dolduramayacağını düşünür. Bir kuş olmayı, uçmayı, uzaklaşmayı, acısından hüzünle örülü şarkılar söylemeyi diler. Ve bir kuşa dönüşür. Kardeşi taş olmuştur, kendisi kuş olsa ne olur? Kuş olmuştur olmasına ama acısı dinmiş midir? Böyle bir acı kolay kolay dinmez elbette… Efsane bu ya, sakın olur mu olmaz mı deme. İşte o günden beri Yusufçuk kuşunun acısı hiç dinmemiş. Hep ağlamış ormanlarda, derelerde, yükseklerde. O gün bu gündür hep o sesle ağlar, hep o sesle ötermiş. “Yusuf! Koyunları buldun mu?”
·
9 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.