Gönderi

Önce Hayatın Manası
“Bir kimse,” diyor Gabriel Marcel, “hiç olan şeyden, hiçbir şey anlamamak hakkına her zaman sahiptir.” Yani herhangi bir şeyin mânâsı hiçe, yokluğa, ziyana, hüsrana irca edilebiliyorsa, insan olarak bizim yüzyüze geldiğimiz olaylar ve nesneler herhangi bir anlam taşımayacaksa, bir yokluğun ifadesi, bir saçmalığın belirtisi olacaksa, bu olaylardan ve nesnelerden bütün zamanlar boyunca hiçbir şey anlamamız mümkündür. Daha doğrusu hiçe indirgenebilen şeylerden hiçbir şey anlamamakta haklıyız. Bir şeye niçin sahip olduğumuz, bir işi niçin yaptığımız sorusuna “hiç” diye cevap verme durumunda isek, bilmeliyiz ki o şey sahip olunmaya değmeyecek, o iş yapılmaya değmeyecektir. Üstelik anlamı son tahlilde hiçe indirgenebilecek bir şeyin ayrıca anlaşılmaya lâyık olmadıklarını da söyleyebiliriz. Şuur sahibi bir insan her şeyden önce “Niçin yaşıyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmak, bu konuda açık bir fikre sahip olmak zorundadır. Ancak ondan sonra, maddî temas kurduğu her şeyle, düşüncesi aracılığıyla ilintide veya alışverişte bulunduğu unsurlarla münasebetini hayata verdiği anlam açısından ayarlayacak, ne için yaşadığını bilmekle de hayatına mânâ veren ne ise onun dışında kalanlarla bağlarını koparacaktır. Bu çerçeve dâhilinde, Müslümanın küfr ile içli dışlı olması imkânsız olduğu gibi küfrün özünü öğrenme faaliyetinin dışında bulunması da tabiidir. Müslüman için küfrün küfr olduğunu bilmek yeterlidir. Ayrıca onu özünden kavrama çabası göstermeye yeltenmesi boşunadır. Çünkü küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur ve hiçtir. Müslüman hiçten hiçbir şey anlamaz. İtikad ettiği hususları iman bölgesine alabilmiş, daha doğrusu iman lütfuna erişmiş bir Müslüman, bu seviyeye varmakla her şeyden önce insan olarak kendinin kâinattaki, âlemlerdeki yerini tespit etmiş, hayatına hangi mânânın hâkim olduğunu kavramış, yaşamasının sebepleri üzerindeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır. Müslümanın anladığı, benimsediği, kendinin saydığı şeyler varsa onun anlamadığı, reddettiği, kendinin gayrisi saydığı şeyler de var demektir. Şahadet kelimesi bir kazanç külliyesi olduğu kadar nelerin feda edilmiş olduğunun, nelerden vazgeçildiğinin de belgesidir. Bir şey alınırsa karşılığında bir şey verilir. Demek ki içinde yaşadığımız medeniyetin bize sunduğu yaşama tarzından da, bu medeniyetin düşünme kalıplarından da hiçbir şey anlamamak mümkün ve belki de gereklidir. Müslüman olaya şöyle yaklaşabilir: Yaşadığım bu hayat, sahibi olduğum bu bilgiler, beni Müslüman kılan “mânâ” bakımından nasıl bir yere sahiptir? Hayatım kul olarak mevcudiyetimin bir gereği, kulluk vazifelerimi yerine getirmekte kullanabildiğim bir vasıta mıdır? Bu sorulara cevabım “evet” ise, yapacağım şey hayatımı daha etkin bir tarzda devam ettirmek, bilgilerimi paylaşabileceğim ortam veya ortamlar bulmaya çalışmaktan ibarettir. Ama eğer, hayatım ve yaşama tarzım kulluğumun gereği değil de bana isteklerim hilâfına kabul ettirilmiş bir yapıda ise kendi hayatımdan hiçbir şey anlamamak benim hakkımdır. Bilgilerim helâl ve haram arasındaki çizgiyi çekmeme yardımcı oluyorsa, bu bilgilere sıkıca sarılırım, yok eğer bu bilgiler benim kul olarak mevcudiyetime bir katkıda bulunmuyor, hayatımın seyrinde zikzaklar çizmeme sebep oluyor, kul olduğumu kavramada önüme engeller koyuyorsa, bu bilginin “hiç” olduğunu düşünme hakkına sahibim. Her şeyin başında varla yok arasında bir ayrım bulunduğunu, insan hayatının bu ikisinden birini şuurla seçmek suretiyle anlam sahibi olabileceğini kavramak gerek. Eğer insanın gerçekten sarahatle anladığı, mânâlandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri mânâsız bulmakta hak sahibi olabilir.
Sayfa 434Kitabı okudu
·
8 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.