I Want to Play a Game
“Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri bu
dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden
ibarettir.”(Ankebut,64)
Milletimizin ruhsal durumu ile ülkemizin ekonomik seviyesi aynı kategoride:”Gelişmekte olan”(yani henüz gelişmemiş). Adını koyamadığımız psikolojik problemlerimiz var. Hadi adını koyalım, ruh hastasıyız. Bir psikiyatristin koltuğuna uzanmalı ve dertlerimizi anlatmalıyız. Değerli uzmanımız insin baksın bir çocukluğumuza, ne var ne yok. Evet evet... Bu memleketin çocukluğuna inmek lazım. Bize ne yaptılar da böyle olduk. Şefkatle okşanmaya muhtaç ruhumuz hangi hoyratlıkların mağduru oldu. Mesela neşeyle koşturan bir çocuğun kaba etlerine çimdik mi atıldı? Şu zeki afacan, eğitimin ‘eğ-‘ kökünden geldiğine inanan bir sistem eliyle mi heder edildi? Tanısalar çok sevecekleri şu kızı da gecekonduda oturuyor diye mi sevmediler? Ne olmuş, ne bitmiş, hepsini anlatsa bize uzmanımız. (Rehber öğretmen bir arkadaşım şöyle demişti: “ yetişkinler çocukları o kadar hırpalıyor ki benimle temas ettiklerinde verdikleri ilk tepki şaşırmak oluyor. Çünkü ben onları azarlamıyor, dinliyorum. Onlarla sohbet ediyorum.” Bunu ilk duyduğumda gerçekten üzülmüştüm. Dinlendiği zaman şaşıran bir çocukluk üzücüdür çünkü.)
Oğuz Atay Günlük’te “Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve olayları ve dünyayı mucizelere, mythlere bağlı şekilde yorumluyoruz, en ciddi bir biçimde.” diyor. Oğuz Atay kitaplarında bize, çocuk kalmışlığımızı anlattı. Hatta denebilir ki terminolojimize kazandırdığı ‘tutunamayan’ı ondan daha iyi anlatabilen çıkmadı. Bu kitabında da yine enfes bir şekilde anlattığı bir tutunamayanla karşı karşıyayız: Hikmet Benol. Hikmet gerçek hayatla mücadelede zorlandığı için yazarlığını yaptığı oyunlara bırakıyor kendini ve biz kitabı okurken neyin oyun neyin gerçek olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. Kendini şöyle anlatıyor kahramanımız: “ Aslında meselenin ciddiyetine dayanamadığım için durumu oyunlarla örtbas etmek istedim.” Bu, aslında çocukluğumuzda kendimizi gerçeklikten kopararak bizi mutlu edecek senaryolu oyunlara kendimizi kaptırmamıza benziyor(evcilik, doktorculuk gibi). Atay’ın bahsettiği çocuk kalmak, çocukluğunu yaşayamamakla doğrudan ilgili. Ben bu oyuna sığınma halini olumlanabilir bulmuyorum. Empati yaptığımda anlayabiliyorum ama muhatabı olduğumda hak veremiyorum.
Tehlikeli bir oyun türü olarak evlilik
Hikmetin oyunlara sığınmasındaki sebeplerden biri de evliliği. Kitaptan bir kaç yer aktarmak istiyorum: “ Her şeyi bir düzene koymak gerekiyor albayım. Ben bu yüzden evlendim ve bu yüzden ayrıldım.”, “ annesi rahat bir ömür sürmek gibi zararsız bir hayal uğruna sevmediği insana yıllarca katlanmıştı.”, “Hikmet II de başına gelecekleri sezdiği halde, yaşadığını görmek ve göstermek amacıyla evlendi. Hikmet I’e hiç benzememek ve herkese benzemek için evlendi.” Evlililik ile ilgili problemler kitabın pek çok bölümünde tartışılıyor. Ben de konuyu evlilik üzerinden anlatma niyetindeyim.
Yazının başında sorunlarımızın kaynağını çocukluğumuza bağladım. Ama sabi sübyanın günahını almayalım. Meseleyi bir adım daha geriye götürelim: Evliliğe. Çünkü ne istediğini bilmeyen iki kişinin ortaya koyduğu bir ürünseniz, haliyle çok da sağlıklı olmanız beklenmez. Özellikle günümüzde evlilik gerçek bağlamından tamamiyle koparıldı. İnsanların hayatlarını birleştirmesi kendi başına yeterince tehlikeliyken bir de bunu saçma sapan kalıplara sokarak daha da tehlikeli bir hale getirdik. Sosyal medya aracılığı ile de iki kişi arasındaki ilişkiyi acımasız bir jürinin değerlendirmesine sunduk. Gelin güzel olacak, damat zengin. Tektaş büyük, balayı yurt dışı. Düğün gösterişli, mobilyalar altın varaklı.( Yazar burada sanki, bekar olması sebebiyle belirsiz gelecekteki evlilik masraflarının endişesini yazıya yansıtmış.) İlişkinin ruhuna dair hiçbir şey konuşulmadan başlanılan evliliğin mutluluk ve huzura varması beklenemez. Gerçi milleti boşayarak rızkını kazanan biri için fazla iddialı cümleler kurmak istemem(olmuyorsa boşanın).
Asıl anlatmak istediğim evlilik örneği üzerinden gerçek hayatta oynadığımız tüm ‘oyun’ların manasını unutup şekliyle ilgilendiğimiz. Bu durumun sebebini de az önce anlattıklarıma bağlıyorum. Çocukluğumuzu yaşamadığımız ve çocuk kaldığımız için hayati konularla uğraşmaktan korkuyoruz. En ufak bir ciddi meseleyle karşılaştığımızda çocuk gibi oyun dünyasına kaçıyoruz. Nicelik zorumuza gittiği için niteliğin muhabbetini yapıyoruz. Korkaklığımız yüzünden şekilciliğimiz artıyor. Tehlikeli oyunlar oynuyoruz, kendimize gelelim. Hikmetin bir yerde dediği gibi “Bu düzmece oyun sona ermeli. Kendi benliğimizi bulmalıyız.”
Testere adlı korku film serisini duymuşsunuzdur. Serinin tüm filmlerinde temel tema şudur. Kahraman kurbanlarını ölümcül bir oyuna sokar. Kurtulmanın tek yolu ise büyük bir fedakarlıkta bulunmaktır( vücudun belli bölümününden vazgeçme, bir uzvunu kaybetme gibi). Bunu göze alamayanlar oyunu kaybederler. İçindeki yoğun şiddeti bir tarafa bırakırsak, film,bu yönüyle hayata çok benzer gelmişti bana. Emek vermeden, acı çekmeden(illa bedensel olacak değil fikir sancısı diye bir şey var) büyük fedakarlıklarda bulunmadan ayakta tutabileceğimiz tek bir ilişkimiz bile yok. Din, aşk,dostluk, ebeveynlik ... Ciddi her ilişkimiz için geçerli bu. “Haa ben öyle zora gelemem, fedakarlıkmış , efendim o tip şeylermiş bana göre değil!” diyorsanız, ‘çocuk’ gibi küstüm oynamıyorum tavrı devam edecekse , sizin için son sözleri de Jigsaw söylesin:
“Game over”